bildirgec.org

kahramancayirli

11 yıl önce üye olmuş, 386 yazı yazmış. 3343 yorum yazmış.

Akademisyenlik meselesi

kahramancayirli | 14 March 2007 17:28

Üniversitelerimizdeki akademisyenlerimiz sahiden çok bilgililer. Ama piyasadan, gerçek hayatın çetin koşullarından, piyasanın öğütücü özelliklerinden haberleri yok. Çünkü bütün vakitlerini dört duvar arasında makale okuyarak, senelerce aynı cümleleri kurup, aynı bilgileri ezberlerinden tekrarlayarak harcıyor, bir kısmı. Kendilerini yenilemiyorlar.
Oysa emin olun, hiçbirimizin, hiçbir üniversite öğrencisinin tüm kitaplarda satır satır yazan bilgileri bir kere daha bir akademisyenden duymaya ihtiyacı yok.
Anlattıkları derslerle ilgili daha önce çeşitli işlerde çalışan, akademik bilgilerle beraber yaşam deneyimlerini aktaracak akademisyenlere ihtiyacımız var. Dünyadan haberi olmayan ama üst düzeyde İngilizcesi olan bir akademisyenin kendisinden başka kime faydası olabilir? Uzun lafın kısası, pek çok akademisyenimiz “çok biliyor” ama “anlatamıyor”.
Birincisi, akademisyen olmak bu kadar kolay olmamalı. Bilgi seviyeleri kadar, bu bilgileri karşısındaki kitleye anlatabilme becerisi de ayırt edici bir ölçüt olmalı.
“Alaylılık” da şart olmalı en önemlisi. Çünkü hayat, kitaplarda okuduklarımızdan öyle farklı ki!
İki lafı bir araya getiremeyen, öğretmeye çalıştıkları bilgilerin gerçek hayattaki karşılıklarından habersiz olan insanlar, sırf profesörlere yakın durmaları veya yüksek yazılı notları sayesinde akademisyen olamamalılar. Yoksa üniversite okuyoruz / okuduk diye kendi kendimizi kandırırız.

Ego tamiri

kahramancayirli | 14 March 2007 14:33

İki yıldır Kurtlar Vadisi dizisiyle yatıp kalkıyoruz. Siyah takımlar giyip racon kesiyor, Çakır öldü diye gazetelere ilan veriyoruz. Zarar veren erilliği, sorunları konuşarak değil silahlarla çözmeyi toplum olarak ısrarla yeniden üretiyoruz… Ve işte, afyonu patlamış milliyetçiliğimiz üzerinden daha fazla para kazanmak isteyen akıllı film yapımcıları, bu kez hepimiz için, her yiğit Türk insanı için Süleymaniye’de kafasına çuval geçirilen Türk askerlerinin öcünü alıyorlar.20. yüzyıl boyunca Amerika ve Avrupa’da etkili bir propaganda aracı olan sinema ve çok hassas olduğumuz, üzerine cümle kurarken bile epey dikkatli olmamızın gerektiği milliyetçilik birleştiğinde ilginç bir karışım çıkıyor ortaya. Elbette bütün Amerikalı karakterler insani tarafları pas geçilerek kötü çizilecek, dünyaya bedel Türkler Amerikalılara hadlerini bildirecek. Kesin olan şu ki, bu film ABD düşmanlığımızı körükleyecek.Geçtiğimiz yıl Trabzon’da, Mersin’de ve ülkemizin başka yerlerinde ufacık bir kıvılcımla patlak veren milliyetçilik krizlerimizi, Sütçüler Kaymakamı’nın toplatılıp imhâ edilmesini istediği Orhan Pamuk kitaplarını düşünelim. Madem bu anlayışa göre bize bizden başka dost yok, çıkan arbedelerde kavga ettiğimiz insanlar düşman mı? Onlar bu ülkenin insanı değiller mi?Görünen tablo, eski Yeşilçam filmlerini anımsatıyor. Sinema salonlarına akın eden kitleler esas oğlan, senaryonun kötü adamını dövdükçe, koltuklarında oturan izleyiciler derin bir oh çekerlerdi içlerinden. Kurtlar Vadisi Irak filmi de aynı minvalde düşünülmeli: Esas oğlan Türkiye, kötü adam ABD’ye karşı! Bu bariz ego tamiri kuşkusuz en fazla filmin yapımcılarının yüzünü güldürecek. Perdede gördüklerimizden gururlanacak, “işte bu” diyeceğiz; “intikâmımız acı oldu”, “bize ilişmenin bedeli budur”…Kurtlar Vadisi Irak’a bilet bulmak zor, tüm seanslar dolu, kim bilir belki GORA’nın izleyici rekorunu da kıracak. Neticede film, sinema salonlarında aradığımız kırık dökük egolarımıza ilaç gibi gelecek. Peki, filmi izleyenlerin kendilerini Polat Alemdar sanıp rastladıkları masum bir Amerikalının boğazına sarılmayacaklarının garantisini kim verecek?

Pelikülde homofobi

kahramancayirli | 14 March 2007 13:59

Türk Sineması’nda iki erkeğin ileri seviyedeki yakınlaşmasını anlatan ilk film İrfan Tözüm’ün yönettiği Melodram’dı (1988). Roman yazma hevesinde, uçuk bir kadın olan Esra (Hülya Avşar), ressam kocası Koray (Yalçın Dümer) ve içine kapanık antikacı Behzat (Macit Koper) arasındaki garip ilişkiyi sorguluyordu. Tabii o yıllardan günümüze köprünün altından çok sular aktı. Bar şarkıcısı veya bayan kuaförü rollerinde çeşitli filmlerde efemine tiplere rastladık ancak iki erkek arasındaki duygusal ilişkiyi cesurca pelikülüne taşıyan bir filmi izlememiz için 1996 yılını, Ferzan Özpetek’in ilk uzun metrajlı filmi olan Hamam’ı beklememiz gerekti. Özpetek, daha sonra Cahil Periler’de konuyu çok farklı bir perspektiften değerlendirirken, Karşı Pencere’de arka plânda yine bir eşcinsel aşk öyküsü vardı.
Dünya sineması üzerine çok yetkin olmadığım için homoseksüel aşkın başka ülkelerde sinema sanatı açısından geçmişte nasıl işlendiği hakkında yorum yapamam ancak gösterim tarihi 9 Aralık 2005 olarak açıklanan Brokeback Dağı’nın bir türlü gösterime girmemesi ve verilen tarihin üzerinden iki ay geçmesine rağmen dağıtım şirketinden herhangi bir ses çıkmamasının sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Aslında ülkemizde olduğu kadar dünya genelinde de eşcinsellik gişeye pek yaramıyor zira gerçek öyküde Aşil ve kuzeni arasında geçen eşcinsel aşkın yok sayıldığı Truva’nın hasılat bakımından yüzü gülerken, homoseksüel ilişkiyi olduğu gibi aktaran Büyük İskender beklenen ilgiyi görmedi.
Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü evine götüren Brokeback Dağı, biri çiftçi, diğeri rodeo kovboyu olan iki erkeğin aşk hikâyesi. Türk sinema tarihimiz bunca sansürle doluyken, cesur sahneler içeren filmin sinema salonlarımızda hele daha sonra televizyon kanallarımızda ne derece sansüre uğrayacağı ayrı bir merak konusu. Zira Hamam’ı televizyondan izleyip de gerçek öyküyü kavrayabilmek için hayal gücümüzün sınırlarını epey zorlamamız gerekti.
Hatırlarsanız, Lukas Moodysson’un son filmi “Yüreğimde Bir Delik” yasaklanmış, Türk sinemaseverler pek çok açıdan tutarlı ve sorgulayıcı olan bu filmden mahrum kalmıştı. Korktuğum, Brokeback Dağı’nın da Yüreğimde Bir Delik ile aynı kaderi paylaşması; filmin ancak fragmanını yabancı film sitelerinden indirerek izlememizdir. Her anlamda özgür bırakılması gereken sanata bakış açımızı sorgulamanın tam zamanıdır. Çünkü hemcinslerine ilgi duymayan hiçbir erkek sırf bu filmi izlediği için cinsel yönelimini değiştirecek değildir. Bu tür homofobik tutumlar hiçbir biçimde akilâne sayılamayacağı gibi kültür arenasında olduğumuz yerde saymamıza yol açacaktır.

Aşk nedir?

kahramancayirli | 08 March 2007 10:17

Sevgili Ahu Özyurt’un geçen hafta Radikal İki’de yayımlanan, Sezen Aksu’nun Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda önceki hafta verdiği konserinden yola çıkarak yazdığı yazıyı keyifle okuyordum. Ta ki ‘ “Lale Devri”ni, “Karşıyım”ı, “İkili Delilik”i dinlemeye gelmişlerdi belli ki’ çıkarsamasında bulunduğu 18-20lik genç kızlar ve arkadaşlarından bahsettiği paragrafa kadar. Yanlış anlaşılmasın, niyetim Özyurt’un yazısını eleştirmek değil, bahsettiğim paragrafta sezdiğim, gittiğim Sezen Aksu konserinde de yaşça bizden büyüklerin “bu bebelerin burada / bu konserde ne işi var, bunlar bu şarkılardan anlamazlar ki” bakışlarından duyduğum rahatsızlığı ifade etmek istiyorum.1986 doğumluyum. “Lale devri çocuğu” olmayabilirim. Ama Aksu’nun “Son Sardunyalar” şarkısındaki “mektepli sevgililerdik” vb kısımları anlamam, derinlemesine hissetmem için illa 70li yıllarda mı yaşamam gerekiyordu? Hayır. Yirmili yaşlarının başındaki birçok arkadaşım “Zelzele”nin de, “Kış Masalı”nın da gayet farkında. “Lale Devri”ni ya da “İkili Delilik”i dinlediğimiz kadar, Sezen Aksu konserlerinde en az sizin kadar eski-yeni her şarkısına eşlik ediyor, şarkı sözlerine kafa yoruyoruz.Ben gözümü “Gülümse” albümüyle, “Herşeyi Yak” ile açtım. Bu kadının şarkıları farklıydı. Dokunuyordu. Zamanla içsel yolculuklarımın kraliçesi oldu, Aksu. Aşkı, acıyı, yaşamın nasıl hafifletilebileceğini onun şarkılarından öğrendim. Felsefesinden bir şeyler öğrenmeye devam ediyorum, edeceğim de. Ayrıca Serdar Ortaç veya Gülşen şarkılarıyla eğlenen bir gencin Aksu şarkılarındaki derinliği bulamayacağını düşünmek, kaba bir genelleme olabilir sadece. Kimse merak etmesin, Türk gençliği Sezen Aksu’nun her kelimesinin hatta her harfinin kıymetini çok iyi biliyor. Onno Tunçla, Aysel Gürelle, Uzay Heparıyla ortaya koydukları ürünlerin yerine yenilerinin bir daha hiçbir şekilde mevcut olamayacağını da…“Aşk nedir” sorusuna bir an bile düşünmeden “insan doğarken, yaşarken, ölürken yalnızdır. Aşk insanın bu yalnızlığını paylaşmasıdır” yanıtını yapıştıran çağdaş bir ozandır, o. Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Sezen Aksu Sezen Aksudur. Nokta.

Erkekten daha erkek; kadından daha kadın

kahramancayirli | 08 March 2007 09:13

Gece yarısını geride bırakalı neredeyse bir saat olmuş. Derece kesinlikle sıfırın altında, Cinnah Caddesi buz içinde. Çoğu insanın rahat yataklarında mışıl mışıl uyuduğu saatlerde, caddelerde müşteri bekleyen seks işçilerinden M.S.(28), A.T.(27) ve S.B.(34) ile bu işe neden mecbur olduklarını, yaptıkları işin zorluklarını ve geleceklerini konuştuk.
M.S.(28)
-Kaç yıldır bu işi yapıyorsun?
-Gaziantep’ten geldiğimden beri yani 6 yıldır. Kendimi bildim bileli kadın gibi hissediyordum ama asıl kararımı askerden döndükten sonra verdim. Bu işleri yapan, mahalleden bir tanıdığım vardı, sağolsun bana çok yardım etti.
-Yaptığın işten memnunmuş gibi konuşuyorsun…
-Ameliyat olduktan sonra bütün kapılar suratınıza kapanıyor. Bu işi yapıyorum yoksa aç kalırım. Kimsenin kimseye faydası yok.
-Ailen yaptığın işi biliyor mu?
-Evden kaçtıktan sonra babamla hiç görüşmedim, annemle ara sıra telefonda konuşuyorum. Fakat yaptığım işi bilmiyor ikisi de.
-Ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsun burada?
-En önemlisi can güvenliğimiz yok. Adam işini bitirdikten sonra basıyor tekmeyi. Kimin ne çıkacağını bilemiyorsun ki. İki hafta olmadı daha, bir arkadaşımı bıçakladılar. Polise, karakola gidince yarım insan muamelesi yapıyorlar bize. Onun için her birimiz kendimizin polisi olmak zorundayız.
Bir de müşteriler prezervatif kullanmayı genellikle reddediyorlar. Sırf bunun için normal fiyatın iki-üç mislini teklif edenler var. Bu işe başladığımda para daha tatlı gelirdi, tekliflerini kabul ederdim ama şimdi pazarlığımı baştan yapıyorum, şartlarımı söylüyorum.
-Bu işi kaç yıl daha yapabilirsin peki?
-En fazla on yıl çünkü 35-40 yaşını geçince müşteri bulmak, para kazanmak zor. Bak şurada 19-20 yaşında çıtırlar gelmiş, ben bile kartladım (gülüyor). Bir ev parası biriktirebildiğim an bırakmak istiyorum bu hayatı.
A.T.(27)
-Gelecekten beklentilerin neler?
-Hayatta kimseye güvenim kalmadı. Bana sahip çıkan, beni koruyan, kol-kanat geren birisi olsun isterdim. Dertlerimi anlatıp, omzunda ağlayabileceğim biri.
-Nerede kalıyorsun?
-Benim gibi çalışan iki arkadaşımla oturuyorum. Bak, çok pişmanım ben döndüğüme, gündüzleri yolda rahat yürüyemez oldum. Böyle pişman olacağımı bilsem asla cinsiyetimi değiştirmezdim.
-Ailen nerede şimdi?
-Doğma büyüme İstanbulluyum. Hayat şartlarının insanı nereye getireceği belli olmuyor. Dört yıldır anamın babamın yüzünü görmüyorum. Annem babam vaktinde benimle yeterince ilgilenselerdi, belki de buralara düşmezdim.
S.B.(34)
-Kaç yıldır buralardasın?
-Ankara’daki on ikinci yılım sayılır. Kaç sefer intihara kalkıştım da, son anda kurtardılar.
-Birikim yapabildin mi?
-Yok be, ne birikimi! Hala otel köşelerinde sürünüyorum, değişen bir şey yok. Biri benden küçük, diğeri büyük iki kardeşim var, zor bir yaşamım olduğunu, yaptığım işi biliyorlar. Onlar evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Her akşam gidecekleri sıcak yuvaları, bekleyenleri var. Onlara çok imreniyorum.
-Bu işi bırakma şansın yok mu?
-Allah aşkına, bu saatten sonra kim ne yapsın beni! Gözaltlarım inmiş, basbayağı kırışmışım…Hem bıraksam, nereye döneceğim sanki, aç kalırım.

AB ve işsizlik

kahramancayirli | 06 March 2007 17:03

Türk siyaseti her yıl tek bir güne odaklanır. Bütün sene polemikler “o gün” üzerinden yürütülür, umutlar “o gün”e bağlanır. Ve nihayetinde o gün gelir, 3 Ekim de geldi, geçti. Tam üyelik müzakerelerine başladık başlamasına ama insan soramadan edemiyor: AB ülkemizin tek kurtuluş yolu mudur, Türk siyasetinin vizyon ve hedefleri sadece AB üzerine mi kuruludur?
Kanımca en önemli problem yapılan reformların ülkemizin ihtiyaçları olduklarından değil, Avrupa’ya karşı kendimizi ambalajlamamız güdüsüyle yapılmaları. Durum böyle olunca Meclis’ten hızla geçirilen yenilik paketleri kâğıt üzerinde kalırken, günlük hayatımıza pek yansımıyor.
Gerçekçi olmamız gerekirse, AB herkesin dilinde mite dönüşmüş vaziyette. Oysa daha uzun yıllar AB kapılarında bekleyeceğimiz aşikâr. Üstelik bu mitleşme meselesi de tehlikeli. AB’ye girdikten sonra ekonomimize, çalışma hayatımıza, sosyal güvencelerimize sihirli bir değnek dokunmayacak. Neticede değişim sürecini biz kendi ellerimizle yaratacağız, o zaman her yeniliği AB’ye endekslemek neden?
Sürekli Avrupa’nın yaşlanan nüfusundan ve artan genç işgücü talebinden bahsediliyor. Oysa onların Avrupa dillerini anadili gibi konuşan, teknolojik gelişmelerden haberdar ve teknolojinin nimetlerinden yetkin olarak faydalanabilen, özellikle mühendislik eğitimi gören veya AB hukukuna vakıf aydın gençlere ihtiyacı var. Kimi Avrupa ülkeleri zaten kendi istihdam problemlerini (resmi istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre Ocak 2006 AB işsizlik oranı yüzde 8.3) çözemezken, bizim vasıfsız lise mezunlarımızı ne yapsınlar?