bildirgec.org

infuscoare

11 yıl önce üye olmuş, 86 yazı yazmış. 139 yorum yazmış.

Büyüteç

infuscoare | 14 February 2003 15:50

Geçtiğimiz gün, 2002 Akademi Ödüllerinin adayları açıklandı. Bu ödülün uzun zamandır, sadece best seller listelerini daima yakından takip eden, cilalı ve tüysü toplumu ve aynı sikletteki sinemacıları heyecanlandırdığı bilinen bir gerçek. Bunun sıkıcı nedenlerine değinerek polemik yaratmaktan kaçınıp, aslında öyle ya da böyle, herhangi bir sinemacının çalışma masasında, en az bir tane Oscar bulunmasına “hayır” demesinin çok zor olduğunun da ayrı bir gerçek olduğunu belirtmekte yarar var.

Her yıl oldugu gibi, bu yıl da adaylığa gark edilen filmler yakın takibe alındı, uçucu tartışmalar başladı. Bu yılı ilginç yapan, bu adaylıklara boğulmuş filmler arasında bir de Roman Polanski filmi olması. Amerikan Ulusal Film Eleştirmenleri tarafından, yılın en iyi filmi seçilen, The Pianist. Filmden bahsetmeden önce Polanski’nin geçmişine göz atarsak, ilginçliğin arada sırada adaylık piyangosunun iyi filmlere tekabül ediyor olmasından kaynaklanmadığını görürüz.

Polanski, 1933 yılında Paris’te Musevi bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ve 3 yaşındayken ailesiyle Polonya’ya göç etmiş. Göçebe ruhunu da babasından almiş olsa gerek, zira babası Fransa’da Rus göçmeni olarak bulunuyordu. Polanski’nin şeytanla sıkı fıkı ilişkisi de zaten Polonya’ya göçtüğünde 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle başlıyor. Ailesi bir toplama kampına gönderilmeden hemen önce, babası onu bir katolik aileye emanet etmiş, o da hayatına bir katolik gibi davranarak devam etmiş o yıllarda. Toplama kampından babası sağ dönebilse de, annesi gaz odasından kurtulamamış.

Genç Polanski, bir iki kısa fılm denemesinden sonra, ilk uzun metrajlı filmi, Knife In The Water’i cekerek, kariyerıne hızlı bir başlangıç yapmış oldu. Çünkü bir anda ummadığı bir alakayla karşılandı dünyada. Önce İngiltere’ye taşınıp aralarında, satanist dokundurmalarla dolu ve yankıları uzun süre devam eden Rosemary’s Babyde bulunan iki filmini yaptı, arkasından da Amerika’ya taşınıp, aktris Sharon Tate ile evlendi. Sharon Ancak güzeller güzeli Sharon, kariyerinin zirvesinde ve 8 aylık hamileyken, 1969’da bir tarıkat (Charles Manson) tarafından evlerinde bulunan 4 konuğuyla birlikte şeytana kurban edildi.(rahatsiz edici) Polanski, o sırada şehir dışındaydı ve bu ziyareti kaçırmıştı. Hayatından bahsettiğimiz kişi Polanski olunca, şeytan (Ninth Gate’de Lucifer olarak kimliğini ifşa edip, marifetlerini bir kez daha değerlendirmişti), Sharon Tate, The Tenant, Macbeth, Chinatown, Tess ve tabii Nastassja Kinski, Bitter Moon, deha ve skandal kavramlarının altını çizmemek ayıp olur.

Polanski, 1977 yılında, tecavüz ve beraberinde 5 ayrı suçtan dolayı Amerika’da suçlu bulunmuş, ancak ya mahkeme kararını açıklamadan hemen önce, ya da açıkladıktan hemen sonra, henüz tutuklamak için Amerikan polisleri peşine düşmeye fırsat bulamadan Amerika’yı terketmiş, 25 yıldır da Amerika’ya ayak basamamıştır. Tecavüz suçu, çok yakın arkadaşı Jack Nicholson’nun evinde, 13 yaşındaki bir kız çocuğuyla cinsel ilişki kurmuş olmasından dolayı, beraberinde, çocuk yaştakilerle cinsel ilişki kurmak ve benzeri gibi 5 ayrı suçla birlikte kendisine layık görülmüş, takip eden yıllarda, J.Nicholson ve hatta olayın kahramanı çocuk yaştaki Samantha Geimer, Polanski’nin hakkında verilen kararı değiştirmek için çok uğraş vermiş olsalar da, bunda muvaffak olamamışlardır. Şu anda yine genç bir aktris olan karısı Emmanuelle Seigner ile Fransa’da yaşayan Polanski, Amerika’da resmen kanun kaçağıdır ve ülkeye giriş yapar yapmaz paketlenecektir. Bu durumda, En İyi Yönetmen ödülü kendisine layık görülse de, kırmızı halı üzerinde salına salına sahneye çıkıp, teşekkür konuşması yapmayacağı üzerine, fırsattan istifade, derhal olaydan bihaber olan birileriyle bahse tutuşabiliriz. Hollywood piyasasının,sevgili küçük adamcığının kaybettiği prestijini geri kazanma çabasıyla, en iyi yönetmen de dahil olmak üzere 7 dalda Polanski’yi işaret etmekle “Hayır biz bu ödülleri tüccarlara değil, sanatçılara veriyoruz, bakınız, bakınız” demek niyetınde mi, 7 dalda adaylığı olup da tek bir ödül alamayacak bir film yaratarak, sıkıcı Oscar günlüğüne farklı bir sayfa eklemek niyetinde mi olduğunu anlamamız 6 hafta sürecek. Kesin olan birşey varsa, o da bu yıl izlenme oranının bir parça daha yüksek olacağı. Bu arada, herhangibir Akademi Ödülü alıp almaması The Pianist’in iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmeyecek elbette.

Bundan 10 yıl önce Steven Spielberg, Polanski’yi yine Yahudi katliamını anlatan bir film olan Schindler’s List’i çekmek üzere ikna etmek için didinirken, Polanski’nin verdiği cevap, “ böyle bir film çekmek için biraz daha beklemeliyim” olmuştu. O zaman bunu anlamak istemeyip bozulan Spielberg, sanırım The Pianist’le, Polanski’nin neyi beklediğini anlamış olmalı.

The Pianist, Polonyalı genç bir müzisyenin, ölüm kamplarından müzik aşkıyla kurtulma çabalarını anlatıyor,” gerçek hayatta bunu anlatmak için bir arka fon müziğine gerek yok” sadeliğiyle.

Son olarak, Polanski, bir İngiliz gazetecinin, filmin Wladyslaw Szpilman’nın anılarından yola çıkılarak çekildiğini bilmez bir edayla sorduğu “ bu filmi kendi hayatınızdan esinlenerek mi çektiniz” sorusuna da şöyle olgun bir cevap vermiş :

“Kendi hayatımı sinema perdelerinde bilet karşılığı teşhir etmem, bu tipik bir Hollywood adetidir.”

TA TAA

infuscoare | 01 February 2003 00:13

PLAY >

Şimdilerde, birkaç düzine adamın bir araya gelip, ürettiği fantazilerini izlemek üzere oturduğumuz koltuğumuzda, kırmızı hapı yutarak Matrix`de yolculuğa çıkabileceğimizi, oradan Mars`a giderken, bindiğimiz uzay aracında yanımıza bir mutant oturabileceğini, yolda giderken yıldız savaşlarının çıkabileceğini, hasar alıp orta dünyaya inmek zorunda kalan gemimizin alien`lar tarafından istila edilebileceğini, bizi onların elinden Elf`lerin kurtarabileceğini ama onlara teşekkür edebilmek için Elvish bilmemiz gerektiğini biliyoruz…

Ancak, henüz insanlar bunları bilmiyorlarken, uzaylılar ya da dinozorlar dünyayı işgal etmemişken, terminatorler Sarah Connor için geri dönmemişken veya rock yıldızları henüz sahneye kıvılcımlar içinde uçarak inmiyorlarken, yani evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berbeooaauuurmmm…

Çiziklerin Efendisi

infuscoare | 22 January 2003 13:37

Bir asırdır, kağıdın üzerinden akıyor gibi duran, tereddütsüz, küstah ve bir o kadar da zarif pozları işaret eden çizgileriyle, dünyayı ve üzerinde olup bitenleri, gözlerimize kendi gözlüğünü takarak anlatan bir adam vardı, Al Hirschfeld… Kendi deyimiyle çizmiyor, her karakterin kağıt üzerinde kendi rolünü seçmesine izin veriyordu. Al Hirschfeld, 1945 yılında kızı Nina`nın doğumundan sonra, çiçeği burnunda bir babanın heyecanıyla kızının adını, yaptığı çizimlerde, kimi zaman saç telleri, kimi zaman elbise kırışıklıkları arasına gizlemeye başladı. Küçük bir şaka olarak başlayan Nina-mania, daha sonra Hirschfeld hayranları arasında ciddi bir takıntıya dönüştü. Bundan habersiz kendi şakasının fazla uzadığını düşünüp isim gizlemeyi bırakan Hirschfeld, hayranları tarafından mektup yağmuruna tutulduğunda, kendi de şaşkınlığını gizleyemeyerek, “Kimsenin dikkatini çekebileceğini düşünmemiştim hiç” demişti. Şaşkınlığı geçtiğinde, Hirschfeld`in çizimlerinde artık sadece bir değil, en az yarım düzine Nina gizleniyordu. İşi daha da eğlenceli hale getirircesine, çizimlerin altına attığı imzanın sağ tarafına koyduğu rakamlarla da, o çizimde kaç tane Nina olduğunun işaretini veriyordu. 1920`li yıllardan bu yana kaleminden nasibini almamış pek az ünlü şahsiyet, pek az görülmeye değer film kalmıştır. Bu liste, Marlene Dietrich`ten Barbara Streisand`a, Hitler`den Saddam Hüseyin`e, Charlie Chaplin`den Jerry Seinfeld`e,Wish You Were Here`dan Ally Mcbeal`a, Ethel Merman`dan Madonna`ya, oradan da sanki sonsuza uzanabilecek gibidir. Çizimlerinin birçoğu, içlerinde New York Metropolitan Sanat Müzesi ve New York Modern Sanat Müzesi`nin de bulunduğu bir kaç müzede, kalıcı koleksiyon olarak sergilenmektedir. 1991 yılında Amerikan Posta Servisi`nden gelen teklifle, beş adet pul dizaynı yapmış, bu pullar tarihe, sanatçısının imzasını taşıyan ilk pullar olarak geçmiştir, elbette Nina. 1994`de New York Madison Avenue asfaltına, yaklaşık on iki metre uzunluğunda, kendi figürünü çizmiştir, figür, galerisini işaret eder ve beş Nina saklıdır içinde. Kesinlikle görülmesi gereken kitapları, The World of Hirschfeld, Show Business No Business, American Theatre.

Metropolis

infuscoare | 18 January 2003 17:11

Metropolis, esasında üzerinde defalarca durulmuş, hatta kemikleşmiş bir klişeyi, zengin efendi-fakir köle ya da zalim patron-ezik işçi arasındaki sınıf çatışmasını, bir de aşk hikayesiyle süsleyerek anlatır.

Metropolis`i özel yapan, 1927 yılının Ocak ayında gösterime girmesi, fakat bütün o sınıf çatışmalarının ve kargaşanın 2026 yılının New York`unda, gökdelenlerde yaşayan zenginler ve yeraltındaki fabrikalarda çalışan fakirler arasında geçiyor olması. Ve tabii ki, bir bilim kurgu filminin vazgeçilmez unsuru, görsel efektleri. Günümüzde görsel efektlerden bahsederken, zaten hayatın bir parçası haline gelmiş olan gökdelenlerden, trafik sıkışıklığından, ya da robotlardan söz etmek oldukça güç olsa da, o yıllardaki bu potansiyel ve filmin öngörüsü, yapay zekadan bahsedilen bugünle karşılaştırıldığında ,bu film, onu herzaman özel kılmaya yetecek kadar primi hakediyor diyebiliyoruz.

O günlerde eleştirmenler bugünkülerden oldukça farklı düşünmüş olmalılar ki, film gösterime çıkar çıkmaz yerden yere vuruldu, gülünç bulunup aşağılandı. Ancak, Metropolis`in gösterime girer girmez tarih olmasının tek sebebi gelen kötü eleştiriler değildi. Metropolis gösterime girmeden sadece 3 ay önce, Alan Crosland`in, The Jazz Singer`i , beyaz perdede Al Jolson`un sesiyle kıyametler koparıyor ve tam olarak sesli bir film olmasa da, sinemada sessizlik devri bitip yepyeni bir devir açılıyordu. Anlaşılan, Metropolis`i sessizlikten, müziklerini yapan Gottfried Huppertz ve besteleri de kurtaramamıştı.

The Jazz Singer, Akademi Ödülleri`ni toplarken, o zamanlar küçük bir krallığın bütçesine denk, 5 milyon Marklık maliyetiyle, Metropolis ve yapımcı şirketi UFA (Universum-Film-Aktiengesellscaft) tıpkı Titanic gibi, bütün ihtişamıyla dibi boyluyordu. Ama, pahalıya malolan mükemmeliyetçi yönetmen Fritz Lang`in UFA`da açtığı yaraları Paramount ve MGM (Metro Goldwyn Mayer) kısa zaman sonra makyajla bir güzel kapatacaktı.

Bilim kurguya pek meraklı İngiliz gazeteci-yazar H.G Wells, Lang`i anlamadığı işlere (bilim kurgu bir tek kendi işi çünkü) burnunu sokmakla suçlayıp, dudak bükerek ” daha aptal bir film yapılamazdı” diyedursun, sonradan dünyanın karşılarında şapka çıkarttığı bir kaç isim, Alfred Hitchcock, Sergei Eisenstein,Billy Wilder, Lang`i bizzat setinde ziyaret ederek alkışlamaktan geri durmamışlardı.

maurice gibb

infuscoare | 13 January 2003 06:27

And the rain will down. It falls for you. And the clouds will break into tears. You should be here…

arabesk

infuscoare | 12 January 2003 05:51

O düşünüyordu, ben dinliyordum. Annesi, doğumu sırasında ölmüş, babası bu yüzden ondan hep nefret etmiş. O zamanlar yanında bir kişi varmış, hep ” anneni öldürdüğün için ben senden nefret etmiyorum” dermiş ona. Sonra bir gün, bir kutuda, porselen tabaklarla yeni anne-babasının yanına gönderilmiş. Susmuş şimdiki gibi, ona sarılırlarken söyledikleri sevgi sözcüklerini ancak sonradan anlamaya başlamış. Dinliyordum. Ona keman dersleri veren arkadaşını düşündü. Onun sonradan kendisine aşık olduğunu. Potemkin Zırhlısı`nın orkestral gösteriminde, kafasındaki mor peruğu yayının ucuna takıp kendisine fırlattığını. Sonra, zaten hayatı boyunca tek kişiye aşık olduğundan ona aşık olamadığını düşündü. Ve onun, Avusturya`da bir konser sonrası uzun bir mektup yazdıktan sonra intihar ettiğini. Bir ölüden mektup aldığı geçti kafasından az önce. Çünkü ölüm haberi mektubundan önce gelmiş. Birileri çıkıp onu suçlamış yine, arkadaşları,onun ailesi filan işte. Eğer aşık olabilseymiş, şu anda o yaşıyor olurmuş meğerse. Sonra o kişi gelmiş yanına, elini tutup “senin suçun değildi” demiş yine. Dinliyordum. Yıllar sonra, porselen tabakların geldiği yere dönmüş. O kişi de oradaymış. Her şey normale döndü sanıyormuş. Yeni yıla girecekleri gece, o kişinin sevgilisiyle anlamsız bir tartışma yaşamış. Koca adam kıskanmış bunu. Önce gülmüş, sonra terketmiş orayı evine gelmiş. O kişi de peşinden çıkmış, telefonlarına mesaj bırakmış. Üzgün olduğunu söylemiş, “nerdesin, geliyorum” demiş. Ama gelememiş,tam tersine biraz daha uzaklaşmış. “Yine birileri espri anlayışımı denedi” diye düşündü. O kişi hastanede öldükten sonra telefondaki mesajını dinleyebilmiş çünkü. İhlal edilmiş basit trafik kuralları ve kaza… Hastanede başucunda beklerken, tanıdığı insanların listesini çıkarmaya çalışmış. Zarar verdiği, aldiğı yaşamları anmış istemeden. Birileri çıkacak ve onu işaret edecek diye düşünmüş, nereye gidiyordu diye soranlara “bana” diyememiş. Şimdi sadece kendi kendini işaret ederken, o kişi çıkıp gelememiş, diğer tarafta umulmadık randevu… “Can sıkıcı ve arabesk” dedim. Sadeleşmelisin, insanlar oynamaya gelmez, kırılıverirler. “Nasıl” dedi. Trafikte arkandakilere aldırmadan mendil satan adamla sohbet edemezsin, dilenci bir kadın sana teklif etti diye sokakta onunla dans edemezsin, lüks lokantalarda, konserlerde kulise girmek için deli numarası yapamazsın, evsizleri ya da hiç tanımadığın insanları evine davet edip, devrilene kadar içki içemezsin onlarla, nöbet tutan askerlerle de uğraşamazsın, vuracaklar bir gün seni…Gülümsedik… Birileri daha demişti sana, biliyorsun, normalize olmalısın. Sana benzemeye çalışıyor çevrendekiler, sen olmaya çalışıyorlar,başa çıkamıyorlar. Her şey böyle mahvoluyor dedim. ” Evet” dedi. Haklıydım…