bildirgec.org

infuscoare

11 yıl önce üye olmuş, 86 yazı yazmış. 139 yorum yazmış.

Kumrular Gibin

infuscoare | 09 April 2003 04:10

O harabe evin terasından aşağıya, geçenlerin kafalarına birlikte arap sabunu topları attığım çocukların hepsi ölmüş sanki, çocuk mezarlığında sonsuzluk uykusundalar, bütün cephane de bana kalmış ?? Benim yaz yeşili taze yapraklarım, bayat kahverengiye dönüşüyormuş, aman pek güzel, pek güzel, sizin taç yapraklarınız da naylondanmış. Masumane, huzuru arayan yaşama savaşınızın arkasındaki kolaycılıktan, takım elbiselerinizin ceplerine doldurduğunuz yalakalıktan, bir de birbirini kovalayan salak kumrulardan iğrenirmişim… Kaka ben, höh…

Dionaea muscipula

infuscoare | 07 March 2003 07:13

Midem bulanıyor. Geçen gece kurtu fazla mı kaçırdım acaba ? Kurtcuğu sona saklamalısınız derler, sarhoş kafa yani. Yanlıştır, tekiladan bir yudum bile almadan, parmağınızı içine daldırıp ağzınıza atmalı, en fazla 2 saniye tereddüt edip, derhal yutmalısınız, çiğnememeniz tavsiye olunur.

Neyse, neyse… Bir yandan da sigaramı içiyordum, üflediğim dumanın ruhum filan olduğunu düşledim, bakalım var mıydı. Tavanda asılı kaldım bir müddet, aşağıdaki kendimi izledim, düzenli olarak eli içkisine ve sigarasına yöneliyordu, konuşuyordu birileri, o da birşeyler söylüyor, gülümsüyordu. Daha dikkatle baktım, dişlerini sıkmış, ağzından kanlar akıyordu, ama o hala gülümsüyordu. Sigarayı söndürdüm, konuşmaya devam. “Sözlerim dudaklarımdan damlayan kanlar gibi, siz vampirleri besledi” dedim içimden. Sabah uyandım, birkaç kişi yerde, biri pembe, biri de turuncu koltukta. Önce pembeyi seviyordum, ama tanıdıkça turuncuyu daha çok sevdim. Kıskandım mı ne, koltuğun arkasına oturdum, ayaklarımla üstündekini yere yuvarladım. Yerde söndürülmüş izmaritler gibi kıvrılıp yatan diğerlerinin üzerinden atlayıp odama çıktım, ama onları öldürmüş olabileceğim ihtimali geldi aklıma, sinirlendim, baktım ölmemişler, niye sinirliydim hala, derhal dışarı buyur ettim kendilerini. Doğru insanlar değil demişti biri. Yoksa, insanlar doğru değil miydi o laf… prithee my dear, why are we here ? nobody knows we go to sleep, as breathing flows my mind secedes, I bleed, I bleed…

Pentimento

infuscoare | 26 February 2003 03:55

İnsanlar gökyüzündeki gri bulutlar, sessizce çakan şimşekler gözlerimde patlayan flaşlar. Başım önümde yürüyorum yolun sonuna, omzuma çarpıyor gelip geçenler, sendeliyorum. Hayır, gözlerimi senden kaçırmıyorum, senin yanındaki sana, yolun karşısındaki sana bakıyorum ben. Gözlerimdeki yaşlar da, hızla koşarken rüzgardan doluşmuşlar oraya… Dizlerim kırık, bir elim fazla oksijenden yanan ciğerlerimde, bir elimle ağaca dayanmışım, koşmaktan yorgun bedenim nefes nefese. Acıyla başımı kaldırmışım gökyüzüne, rüzgar başımı okşasın diye… Bir renk bu kadar güzel olabilir mi ?… Kayalara çarpan dalgalarım ben, paramparça oluyorum. Köpüklerim dalgalara yapışıyor, azalıyorum. Ufuktaki lacivertliğin kibiri, şimdi kumların üzerindeki tuz kristalleri… Dizlerim taşımıyor bedenimi, uyurum ben böyle. Yağmur yağar nasıl olsa, gömer damlalarını denize, uyandırır beni. O zaman ayağa kalkarım, yolun sonunda ayaklarımın altından çakıllar yuvarlanır aşağıdaki denize, dizlerim yine kırılır boşluğa doğru, uçmaya hazırlanırım… O düşüş ki, bir saniye öncesinin ölçeği 1/1000, şimdi 1/200. O koyu mavilikte ton farklılıkları varmış, dalgalar varmış, suyun kasları varmış, 1/50……….. -HA ?!!! NE ?!!! -Hazır mısın ? Şimdi beni dikkatle dinle. O küçük pençelerinin altındaki köklerini unutuyorsun, görüyor musun ? Sen ölüme ancak Bungee Jumping kadar yakınsın, bak birazdan başladığın noktaya dönecek, sonra da ortalarda bir yerde asılı kalacaksın, hah ha ha… İstediğin oldu, yürünmemiş yollar, açılmamış kapılar emin ol ortalarda bir yerde, heh… …………..1/5, suyun içinde balıklar varmış, yosunlar varm……1/50, 1/200, 1/500…………

Saat Kaç ?

infuscoare | 16 February 2003 16:42

Özellikle, alınıp verilen kararların ertesinde ve arefesinde kafalardan çoğu zaman aynı keşkeler, acabalar geçer . Bu kelimeler aslında geçmişi değiştirebilmek, gelecekte neler olacağını bilebilmek arzusunun, zayif bir ışıkla aydınlatılmış üst başlıklarıdır ve onlara daha güçlü bir ışık tutulduğunda , insanların her zaman kafalarını karıştırmış bir deyiş ve onun cok uzun alt başlıkları, başlıkların açıklamaları, formüller, deneyler, deneyimler, yorumlar vs vs beliriverir… Zamanda yolculuk…

Şimdiye kadar bütün çatlak bilim adamlarının girişimleri, başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, yılmak nedir asla bilmeyen insanoğlu, bu konudaki çalışmalarına hala devam etmektedir. Fılmlerde gördüğümüz bütün o şatafatlı , kimi zaman olağan üstü hızlarla dönen, kimi zaman ışıklar saçan makinelere, aynaların içinde saklı geçitlere, prototip arabalara, hatta kimi zaman sadece yüksek bir yerden atlama atraksiyonuyla vuku bulan zamanda yolculuk öykülerine rağmen , geçmişi ziyaret, sadece meleklerin düş yaşamına ait bir macera olarak kalmaya mahküm sanırım… Ancak geleceği ziyaret, daha doğrusu geçmişe dönüşü olmayan tek yönlü bir gelecek yolculuğunun biletini almak bir gün mümkün olabilecek gibi görünüyor.

Bu noktada, tatlı zamanda yolculuk öykülerini bir parça Rölativite gerçeğine daldırıp, dudaklarımıza çalan Einstein karşımıza çıkıyor. Gözlerimiz kamaşıp ağzımızın suyu akmaya başladığında, neşeyle dilini çıkarıp, “ önce ışık hızını aşınız sıkıyorsa” diyor.

Rölativite kanunu , genelde yaygın ve kulaktan dolma bir anlayışla basit görecelik olarak tanımlanır. En basit olarak da “ güzel bir filmi izlerken zaman çabuk geçer, aynı uzunluktaki kötü bir filmi izlerken zaman çok yavaş geçer” veya benzeri şekillerde açıklaması yapılsa da, hatta soruyu soran aldığı cevaptan mutlu olsa da, bu, tam olarak doğru cevabı aldığı anlamına gelmiyor ne yazık ki. Nitekim, aynı meridyen düzleminde, aynı anda,biri iyi, diğeri kötü filmi izleyen iki şahsiyetin biri her ne kadar sıkılmış da olsa, ikisinin de kollarındaki saat, film bittiğinde aynı zamanı gösterecektir.

Bu basit ve sevimli örnekler her ne kadar bilgilendirilen kişileri tatmin etse de, rölativite kanununun, gerçek açıklaması yapıldığında dinleyen kolay kolay tatmin olmaz ve genelde hep dilinin ucunda bir soru varmış da çıkaramıyormuş psikolojisine bürünür. Bu yüzden daha dilimin ucunda hala sorular varken, fizik formüllerine girmeden zamanda yolculuğun öyküsüne dönmekte yarar var.

Rölativitenin, küçük bir engeli, ışık hızını (186.000 mps = 300.000 km/sn), aştığımız takdirde bize vaadettiği geleceğin, sevimli ama, o sıkıcı formülleri bilmeyenler için biraz da kafa karıştıran kısa örneği şudur :

2003 yılında ışık hızıyla yolculuğa çıkan bir uzay gemisiyle 2000 ışık yılı uzaklığa gidip dünyaya geri döndüğünüzde, uzay gemisindeki sizin takviminiz 2008`i gösteriyorken, dünya takvimi 6107`yi gösteriyor olacaktır ! Tabi gideceğiniz uzaklığı ayarlayarak, istediğiniz tarihte geri dönmek de mümkün.Bu durumda rölativite kanununundaki görecelik, uzay-zaman kavramıyla ilintili diyebiliyoruz. Yani, en az biri değişik hızlarla hareket eden en az 2 cisime göre zamanın hiç de psikolojiyle ilgili olmayan farkı. Diyorlar ki, ışık hızına ulaşmamız da şimdilik imkansız, çünkü sihirli formül E=mc2`e göre, hareket eden cisimlerin kütleleri, hızları arttıkça artar yanı onu itmesi gereken güç, harcanması gereken enerji de artar. Ve henüz bu hıza ulasabilecek cismi itecek güçte yakıt da motor da bilinmemekte. “Bu teorinin doğruluğu nasıl ispatlamış hiç bir zaman ışık hızına ulaşamıyorsak ?” diyenler için bir deney yapmışlar. 1971 yılında, çok küçük zaman aralıklarını, muazzam doğrulukta gösteren atom saatlerinden birini saatte 966 km hızla giden bir jet uçağına, diğerini de kalkış ve aynı zamanda iniş noktasına yerleştirmişler. Uçak indiğinde, uçaktaki saatin yerdekinden saniyenin milyarda biri civarında geri olduğu gözlemlenmiş…” Neden bu kadar az fark var ?” diyecek olanlara herhalde, “evet saatte 966 km iyi bir hız, tabi ışık hızıyla kıyaslamaz iseniz” diyorlardı…

Benim asıl niyetim, sinema tarihinde bilim kurguya ayrılmış bölümde, zamanda yolculuğun hiç de az bir yer kaplamadığına değinmekti esasında ve tabii bu konunun sandığımdan geniş çıkmasıyla,kendi ellerimle seçtiğim tez konumun başıma nasıl bir tatlı bela olduğunu anlatmak…O da artık baska sefere…