bildirgec.org

infuscoare

11 yıl önce üye olmuş, 86 yazı yazmış. 139 yorum yazmış.

Şarküteri

infuscoare | 24 May 2003 03:55

BIRD

Zamanın geri gitmemesi en çok hata yapanları kızdırır. Hangi af, hangi ceza, hatalarını hiç olmamış hale getirir ? Geçmiş, ömürlerinin bataklığına saplanmış, hiç yuvarlayamayacakları kaya parçasıdır. Onlar geleceğe karşı iktidarsız, geçmişin kötü izleyicileridir.

INDUS

Yaşamın bu çirkin kulesinde, zamanın bekçisi olmuşum. Toz haline gelmiş sonsuzluk, ciğerlerime yapışmış. Yalnızlığım kocaman bir ağız, bir şeyler anlatmakta yanındaki 3 koca kulağa. Bir de kocaman göz var ki, bir bana, bir yanımdaki tasmasından muzdarip, hırlayan ölüme bakmakta. İyi ki gördüklerini anlatacak ağzın yok senin ve size de ne mutlu, çevrenizdekileri göremiyorsunuz. Karanlıklar içindesiniz, ben sevinci renkli bir battaniye gibi üzerinize serdim ve gözleriniz olacak camdan tabutlarda, yenilmiş hayatlarınızı gördüm.

I`ll be back !

infuscoare | 22 May 2003 10:20

Bütün güzel hikayeler nedense çok kısa sürer… Bir dakika… Sanırım “bu hikayeler, Hollywood yapımcılarının eline geçtiklerinde, kızgın asfaltta üzerine bastığınız sakız misali uzama eğilimindedirler”, şeklinde bir düzeltme yapıp, bir de uyarlamayla, “uzamaya müsait hikayenin iyisi kötüsü olmaz, bir kez ortalama iş yaptıysa, ikincisinin evirilip çevirilip tekrar piyasaya sunulması her zaman gereklidir, üçüncüsüne de sonra bakarız” mantığını eklersek tamamdır.

İşin ilginç tarafı, bu devam filmleri hakkında böyle ileri geri demediğini bırakmayan tiplemelerden korkmak lazım, zira arşivlerini kurcalamaya kalksanız içlerinden ne James Bondlar, Alien’lar, Jawslar, Terminatorlar, Indiana Joneslar, hatta ve hatta ne Superman ve pek tabii ki Hababam Sınıfı serileri çıkacaktır. Aynı kişiler, bugün sinemalarda gösterime girecek olan malum filmin devamını da, orijinalinin yanına yerleştireceklerdir tahminimce !

Sanırım yedi yaşımdayken, bu devam filmlerinin ikiye ayrıldığına kanaat getirmiştim. Basitçe şöyle; bazı filmlerde adam hiç değişmez mesela Superman, bazılarında değişir, mesela James Bond…Bu yargıya varmam, zavallı anneannemi zorla bir James Bond filmine götürdüğüm günün gecesine rastlar, zira uykum esnasında, yüksek sesle muhakeme yaptığım, kaynaklar tarafından doğrulanmıştır. Olay günü anneanneyle sinemaya gidilir, heyecanla James Bond’un perdede görünmesi beklenir. Fakat o da nedir, James Bond (Sean Connery) diye, çiğ bir sarışın adam (Roger Moore) yutturulmaya çalışılmaktadır, kıyamet koparılır, sinemacı adam yalancıdır, anneanne yalancıdır… Akabinde sinemacı amcayla karşılıklı görüşülür, ikna olunur ve anneanneyle film bir sonraki matinede, baş köşede müessese ikramı olarak izlenir. James Bond’un meşhur öpüşme sahneleriyle ilgili olarak, anneannemin kendi gözlerini kapamakla beraber benimkileri de kapamaya çalışmasına dair ilginç enstantaneler vardır ki, enstantane olmaktan çıkmış, kısa bir süre sonra dişlerimin çekilme zamanı geldiğinde, dişçi amcayla olan diş çekme münasebetine kadar sürerek, rahatlamayla karışık garip bir hayal kırıklığıyla son bulmuştur, zira tonton-yalancı anneanne, torununa gördükleri dudak dudağa temas hareketini, diş çekme operasyonu olarak tanımlamış, torun da her nasılsa James Bond’u ek iş olarak ajanlık yapan bir dişçi olarak kafasına kazımıştır…

Asıl konuyu yerden yere vuramamanın sıkıntısıyla açtığım eski defterleri kapatıp, sadece bu yıl içinde gösterilmiş-gösterilecek, devam-devamı gelecek-tekrar filmler fazlalığının oldukça dikkat çekici.olması konusuna geri dönersek, kendi adıma, izlenilesi sadece birkaç devamdan oluşan, eksik olması muhtemel, şöyle bir liste çıkıyor :

The Matrix Reloaded

The Matrix Revolutions

Terminator 3: Rise of the Machines

The Lord Of The Rings: The Return Of The King

X2:X-Men United

Final Destination 2

Spycı Kidler 3D: Game Over

Freddy vs. Jason

Jeepers Creepers 2

Once Upon A Time in Mexico

Lara Croft:Tombumun Raideri-The Cradle Of Life

Shanghai Knights

Dumb&Dumberer For The Dumbests:When Harry Met Lloyd

2 Fast 2 Furious

Çarlinin Şebekleri: Full Throttle

Legally Bulandı 2:Red,White&Blonde

Exorcist:The Beginning

Bad Boys II

Ameriganya Weddingi

Skery Movie 3:Lord of The Brooms

The Whole Ten Yardı

Berbershop 2

The Jungle Book II

Sokemon Heroes

Rugrats Go Wild

Başka ?

Neden ?

infuscoare | 12 May 2003 08:09

Ben olduğum şeyi ister, benim istediklerimi istemezler. Bilgi başlarının tepesindedir, oysa başlarının içinde olduğunu iddia ederler. Yine de, engin bir simya bilgileri olduğu doğrudur, konuşma baloncuklarının suratınıza çarpıp patlamamasına dikkat etmeli, en tatlı sözlerden büyük bir özenle zehir hazırlarlar birbirlerine. Onlar ki, bataklıklarda uçuşan iğrenç sivrisinekler gibidir. Sulu bir av bulduklarında, kanatlarını unutup sonuna kadar üzerine yapışmaktır amaçları. Sivrisineklerden farkları, yeniden uçmaktan korkmalarıdır, en fazla, ürktüklerinde avın tepesinde uçuşmaya devam ederler ki, yeniden konabilsinler fırsat bulunca aynı yere. Küçük deyişleri, küçük kurnazlıklarıyla, un çuvallarının efendisidirler. Dokunacak olsanız, kalın bir toz bulutu kaldırır, ciğerlerinizi dumana boğarlar. Yine de diyeceklerdir ki, “ bu toz, bereketli tarlaların altın renkli başaklarından gelir !!” Güneşin kızdırdığı arenalarda kendileriyle boğuşmaktansa, gölgede oturup seyretmeyi, yeğlerler, çünkü zavallı bilinçleri, kazanan olsa bile, kaybedecek olan da kendisidir der. Onlar kendilerini tek birey hissede dursun, meydandan tribünlere bakıldığında, hareket eden, inleyip, böğüren ve de gitgide büyüyen dev bir organizmadır oradaki. Seyirciler arttığında, rahatlar bozulur, sıkışılır. Bir kısmı da, kendini sıradan hissetmeye başlar, fena halde canları sıkılır buna. Bu noktadan sonra : Beyaz tüylü koyun sürüsünün içinde, siyah benekleriyle övünen koyunlara bol yeşillikli günler….

Bugün

infuscoare | 07 May 2003 07:18

Bu konuşan ben miyim Allahcım ya, neler diyorum ben bu salağa ? Nedir o masanın üzerindeki, hmm 0.2 rapido, ne işi var Bu’nun ki rapidoyla ? Oldum olası sevmem zaten ayak parmaklarımı, dur bakayım, “ dün gece yine kafam doluydu” lardan geldim ben buraya.. Yine de sandaletliyken renkli çorapların içinde başparmaklarımı oynatmak hoşuma gidiyo. En azından renkli çorapları ben icad edebilirdim, kimse etmemiş olsaydı. …. Az önceki daha güzeldi, bunlar nedir, renkli tırnakları olan paçalı tavuğun mu, pantolonunu dizlerine sıyırmış kartal bozuntusunun pençeleri mi ? Neyse, bu arada biraz kiloya bir de mavi diz kapaklarına ihtiyacım vardı benim. Biraz daha kalın bilekler isterim, bunlar çok kullanışsız hemen kırılıveriyorlar, olmuşken turuncu olsun onlar da.Ah hahah, Bu’na G’yi anlattığıma inanamıyorum, baksana dinlemiyo ki, tırnaklarına bakıyodu az önce, onun aklı nerde acaba, tırnak törpüsünde mi, ne iğrenç bir yüzük o ? hehhe, şimdi farkediyorum… … -Neden gülümsediniz ? -Hiiiç… … Uff hayır, kanat istemiyorum, kazaklarım olmuyo, üşüyorum sonra, hem boşlukta yürüyüp, sadece aşağıya bakınca düşüşe geçmek daha zevkli, ama kuzey yıldızı olduğu gibi kalsın isterim, ne de olsa baba yadigarı. Pembe Panter’inkine benzeyecekse bir kuyruk da fena olmayabilir, keyifli olduğumda sallarım sağa sola Browney gibi. Ellerimle uğraşmayınız boşuna, düzeltemezsiniz, size ne ? Kırmızı onlar öyle, bırakın, ben eldiven giycem…. … Alooo, bittiii.. … -Bitti mi ? -Sanırım. -Benden ne istiyorsunuz peki ? Uh…Déja vu… -Nedir bu, bir çeşit test mi ? -Ne ? -Bu soru ? -Yanıtınız ? -Bu işin önemli bir parçası olsa gerek. -Pardon ? -Her ikimizin sorusunu cevapladım az önce, kaçırmış olmanız üzücü. -Hehehheh…Sizi geçen gün PH’da gördüm… -?? Huh ? -Sık gider misiniz ? -Yoo…Hoşçakalın. Ey pembe popolu, koca memeli yağ tulumu çirkin domuzlar, ya siz, siz ve hokka burunlarınız, sekilleri düzgün bedenleriniz, pürüzsüz kortexleriniz, kocaman “Michelin Adam” egolarınız… Derimiz bu kadar gergin mi kaplar vücudumuzu ? Hayır, o yelken bezi gibi yağlı kıçları neşteri görünce nasıl da hızla iki yana ayrılır, süngerleri dışarı fırlar…Bir de geçen gün kazayla koltuğu kestiğimde aynısı olmuştu, iğneyle tutturdum, haftaya kapanır herhalde. -Ne ? Sigara istiyo bu.. Bi’ daha sokakta sigara içenin…Başka nerde içeceksin zıkkımı sanki burda ? Evim evim… Burası da yayalar cumhuriyeti canım, karşıya geçsem mi, düğmeye basayım, ahacık durdular, yok ben vazgeçtim, daha var otoparka, aaa anahtarı ne yaptım ben, hah arka cebimde. Aman diyim, şu karşıdan gelen D değil mi ? Vitrine döööön, kafayı çantaya eeeeeğğ… Ne varmış bakıyım çantamda, hmm, bir düzine kalem, el kremi, gözlük kabı, terliğim…Terlik ??? Browney… Ağğhh, yakalandım… -Hey -Selam -Nerden böyle ? -Ummm, alışverişten, sen ? -Şurda bi’ arkadaşa uğrıycam, ee ne aldın terlikten başka ? eğe eğe -Huh ? Ah, sadece terlik.. -Hani teki ? Allahım kör et beni, Allahım kör et beni, aksın gözümün nuru aksın, bundan böyle kör baksın, dırınım dırınım…. -Ayyy, ne salağım düşünebiliyo musun, terlik al tekini orda bırak, hadi ben hemen koşayım dükkana, görüşürüüüüz…. -Ok. ararım seniiii…. Yahu benim manyetik alanımda bi sorun var kesin, nedir bu salak tikilerden çektiğim ?….Ama ben daha salağım, terliğin tekini unuttum baksana, hangi dükkandı bakiim, hehhe, cici kuçu kuçuu… Bu sefer geçicem karşıya tamam… Ahh, tam da caddenin ortasında bişi düştü sanki, nereye gitti bu, hay allah arabalara yeşil de yandı. -Bir şey mi düşürdünüz ? -Sanırım şu arabanın altına girdi memur bey -hmmm, ne düşürmüştünüz ?… -Sanırım anahtarlık -Hayır, burda diil, belki şunun altındadır -Ah, çok teşekkür ederim. -Burda da bişi yok ? -Şey, demek ki bana öyle gelmiş. -*** şş, bu ticket ifadesi, ufak, ufak… Polis yapıyolar bunları..Ne düşürdünüz,ona göre bakcam, bakınız bu anahtar dedektörü, bu bozuk paralar için, bu…arabanın altında bi lastik top, bir-iki çakmak, bir de otomatik çamaşır makinesi kapaği var efendim, ama anahtarlık maalesef yok. Anahtarlık düşürdüğünüze emin misiniz ? Şey, aslında bir lastik topum vardı ama, ben düşürmüş olamam, yanımda değildi çünkü..Yoksa.. Ne renkti acaba ? Kırmızı. Yok benimki sarıydı…Shut up bea, heh… to resist it is useless it is useless to resist it Now today is tomorrow and tomorrow`s today and yesterday weaving in and out and the fluffy white lines the airplane leaves behind are drifting right in front of the waning of the moon drinim drinim ding dingidingding dingidingiding ding

Bir Zamanlar Avrupa

infuscoare | 30 April 2003 15:03

“Birkaç parça valizi aşağıya indirilirken, O, yanında olmasını istediği bir iki rujunu, pudrasını ve aceleyle boynuna sıktığı parfümünü çantasına tıkıştırır, yine aceleyle şapkasını kafasına geçirdikten sonra, eldivenlerini giyerken aynaya yaklaşıp, süratle fakat dikkatlice yüzünü inceler, şapkasını düzeltir, odadan çıkarken kafasını aynaya çevirip, kendini son defa süzer. Merdivenlerden, eteklerini hafifçe kaldırarak iner. Açılan sokak kapısından hızla içeri dolan rüzgarın, yağmur damlalarını sertçe yüzüne vurmasına rağmen, başını kaldırıp baktığında, yeşilden mora, mordan laciverde dönen ıslak gökyüzüne bir an için takılır gözleri. Ve hızlı adımlarla, 1913 Hupmobile Roadster’in açılmış, O’nu bekleyen kapısına yönelir. Yolda kafasını arabanın camına dayamış, çamur içindeki sokaklarda minyatür sellerin çizdiği desenleri izlerken gözleri dalar ve küçük bir çukura giren tekerleğin sarsıntısıyla kendine gelir. Sağ elinin eldivenini çıkarır, camı açarken şöförün uyarısına aldırmayarak, kolunu dirseğine kadar çıkarıp, avucuna Paris’in kirli gökyüzünün dolmasına izin verir. Birkaç saat sonra dolacak bir iki kabarenin, Broken Blossoms’in ikinci gösteriminden çıkan insanların önünden geçerler. Gare de l’Est’e vardıklarında, kendisini bekleyen bir görevli tarafından karşılanır ve mermer zemin kaplamalı perona doğru yönelirler. O arada, yakından gelen bir düdük sesiyle irkilir ve sıkıntıyla kaşlarını çatar, iyi ki gideceği peronda düdükle haber vermiyordur kondüktör kalkış zamanını. Ağır demir kapının ardından, perona varılmıştır. Vagonuna doğru ilerlerken, “bir kaç küçük ayrıntı dışında çok da büyük bir farkı yok bu trenin diğerlerinden” diye düşünür. Gecenin ilk saatlerindeki gökyüzünün rengini taşıyan vagonun, olağanüstü incelikte işlenmiş kapısından içeri buyur edilir. Yerdeki uzun tüylü bordo halının üzerinde ince topuklarının bıraktığı deliklere göz atmaktan ve hafifçe gülümsemekten kendini alamaz. Vitraylarla süslü iç kapıda, şık görevli nazik bir reveransla O’nu karşılar ve kompartımanına götürmek üzere önüne düşer. Kompartımanın kapısına geldiklerinde elindeki tek anahtarı önünde hafifçe eğilerek O’na vermesi. aklından “her yolcuya böyle özen ?” sorusunu geçirse de, sormaktan hemen vazgeçerek, teşekkür edip gülümser. Elinde küçük, elmas bir topuzu andıran kristal anahtarlığı meraklı gözlerle evirip çevirirken, görevli çoktan uzaklaşmıştır. Her nasılsa kendinden önce gelen valizlerini odasının duvarındaki raflara yerleşmiş, arabada unuttuğunu sandığı eldivenleri özenle yatağının üzerine yerleştirilmiş bulur. Fransız Manastırlarında rahibelerin işlediği bir çeşit kumaş-dantel beyaz örtü, altına lacivert saten yorgan serili olan yatak, tek kişilik bir yatağa göre biraz küçük olsa da, şaşırtıcı bir yüksekliktedir. Yorganın köşesinden tutup, yumuşak bir hareketle yatağın ortasına doğru atar, altından beyaz saten çarşaf görünür ve odaya lavanta kokuları yayılır. Önce yatağa oturup, yatağı test ettikten sonra, ayak ucunda, cam kenarında olan masif ceviz markize geçip, kalın lacivert perdeleri aralayarak dışarıya, perona bakar; uzun siyah pelerini, bastonu ve melon şapkası ile bir adam trene binmektedir. Küçük pirinç çerçeveli aynada kendine göz atarken, şapkasını dikkatle çıkarır, restoran vagonuna geçip, bir şeyler atıştırmaya karar verir, o sırada tren hareket etmeye hazırlanıyordur, trenin düdüğü çalar…” 1800’lü yılların “Bir zamanlar Amerika” sında, George Mortimer Pullmanadındaki işadamının, ilk defa, vagonlarında daha fazla yolcu ve cebinde daha fazla para taşımak üzere kullandığı “Pulman” stili yolcu taşıma sistemini, bir başka işadamının, Belçika asıllı Georges Nagelmackers, 1876’da Amerika’yı ziyaretinde keşfetmesiyle başlar Orient Express’in yolculuğu. Express d’Orient efsanesinin başlangıcı hemen hemen, o zamanlar prenslikler, krallıklar diyarı olan Avrupa’nın, özellikle doğusundan tiz seslerin yükselmeye, asiller sürüsünün de tahtlarının sallanmaya başladığı döneme rastlar. Bir süre sonradır ki, aynı mavi kanlılar, özgürlüklerine kaçmak üzere, Express d’Orient’de yerlerini aldıklarında, hemen yanıbaşlarına, trenin vagonlarına yıllar boyu sinecek ; entrika, ihanet ve casusluk oyunları da gerçek birer müdavim olarak çoktan yerleşmişti. Sonraki yıllarda, bu müdavim oyunların başrollerinde, Mata Hari ; femme fatal, Baden-Powell; kelebek toplayan izci çocuk imajıyla, amatör casusları oynarken, bir dönemin Fransa Başkanı Paul Deschanel pijamalarıyla vagondan düşerek,”Trenin Salakları” köşesinde ancak yer alabilmişti. Bu arada bunlar yaşanıyorken orada olsaydınız, zamanın pek meşhur dansçısı Isadora Duncan’a gece yarısı yataklı vagonda çırılçıplak dolaşırken rastlasanız bile, ki bu sıradan bir manzara olurdu, trenin neredeyse artık kalın kadife perdelerine sinmiş, O’nun o hafif baharatlı parfümünü takip ederek, yemekli vagonda, Bayan Agatha Christie’nin karşısına oturup, Hercul Poirot’ u düşünen dalgın gözlerine bakmaktan kendinizi alamazdınız….Belki de…Belki de yataklı vagonda biraz daha oyalandıktan sonra… Express d’Orient 1883’te seferlerine başladığında, Paris-Strazburg-Münih-Viyana-Budapeşte-Bükreş-Giurgiu rotasıyla Romanya’ya geliyor, buradan Tuna üzerinden feribotla Rusçuk’a (Bulgaristan) geçiyor, 7 saatlik yolculukla Varna’ya vardığında, Avusturya yapımı bir buharlı lokomotife bağlanarak 14 saatlik Karadeniz yolcuğunun ardından, son durağı İstabul’a, trenin tanıtım afişlerindeki adıyla; Constantinople, ulaşmış oluyordu. 1889 yılına kadar, İstanbul’a haftada iki ayrı sefer düzenlenmeye devam etti, ancak aynı yıl İstanbul’a direk tren yolunun tamamlanmasıyla, sefer sayısı haftada üçe çıkarıldı. Buna rağmen, batılı sayın aristokratların, Tuna ve Karadeniz sefasından vazgeçmelerinin zorluğu, seferlerin birinin eski rotada devam etmesini, pek tabii ki daha tatlı bir fiyat tarifesiyle, sağlamış oldu. 1891 yılında, trenin adı resmi olarak Orient Express olarak değiştirildi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen aynı programla seferlerine devam eden Orient Express, savaş yıllarında, asilzadelerin ve yüksek sosyetenin yumuşak popolarını süngü ve şarapnellerden korumak adına, Doğu’ya seyahat etme fikrine pek rağbet göstermemesi yüzünden seferlerini durdurdu. ( Bu her iki Dünya Savaşı Periyodu için geçerlidir) 1919 yılında seferlerine yeniden başlayan ekspres, savaşın hemen ardından, karşı cephede bulunmuş olan Almanya’nın içinden geçen rotasını, aynı saygıdeğer popoları korumak üzere güneye, Lozan-Milan-Venedik-Trieste-Belgrad ve nihayetinde yine İstanbul olarak, kaydırdı. 1930’larda yoğun olarak artamaya başlayan kardeş Orient Expresscikler filosu, 1977 yılına kadar Avrupa’nın hemen hemen her köşesine sefer yapar hale geldi, ancak 1977’de İstanbul’a yapılan seferler, bir takım sönük nostalji vukuatlarını saymazsak tamamıyla durduruldu. Özellikle 1980’li ve 90’lı yıllardan başlayarak, Orient Express adı, artık Amerika’dan Çin’e, Afrika’dan Avustralya’ya kadar dünyanın her yerinde mekik dokuyan tren filosu ve yine dünyanın neredeyse bütün ciks adalarında otelleri olan bir markaya dönüşmüş durumdadır….