bildirgec.org

buddhala

11 yıl önce üye olmuş, 124 yazı yazmış. 787 yorum yazmış.

Hız

buddhala | 05 November 2006 00:18

Sahnedeki çocuğa takıldı gözüm. Kendinden geçmiş bir halde. Eminim bedeninin çizgilerinde bir dalgalanma, tüylerinde bir ürperme, vücudunda gittikçe keskinleşen ahenk ve kasılma. Elindeki gitara sınırları belli bir sürede kendi yeteneğine göre sayısı belli olmayacak şekilde nota basmak. Gittikçe hızlı nota basmak. Gittikçe hızlı solo atmak. Daha çabuk tepeğe çıkıp daha fazla basamaklara basarak aşağı inmek…
Büyük şehvetle birbirine sarılan bedenler geldi sonra aklıma. Daha fazla birbiriyle temas etmeye çalışıyorlar. Daha fazla uyarılıyorlar. Daha hızlı hareket etmeye çalışıyorlar. Daha fazla ürperiyorlar. Daha hızlı nefes alıp veriyorlar. Birden tüm duyular aşırı yükleme sonucu kilitlenen şebekeler gibi kasılı kalıyorlar. Eşik değerinden geçen beden parçanıyor sanki. Vücudun sınırlarında bir dalgalanma ve yeni bir tek bedende vücut bulan iki ruh…
Çok hızlı dönen araba tekerleri nasıl hiç dönmüyormuş gibi gözükür, o kıvama hayatın değişik kulvarlarında ulaşan beden inanılmazı başarıyor ve ruha temas ediyor. Geçici kaynaşma tüm özgü hataları nötralize ediyor ve anlık kusursuzlaşma bedeni topraklıyor sanki. Biz insanlar kendimize tanınan sınırları belli sürede daha fazla iş yapmak için nasıl uğraşıyorsak, bu üstten bakıldığında; sınırları belli bir çizgiyi sayısız küçük parçalara, noktalara ayırabilmek demek aslında. Daha hızlı soru çözmek, daha hızlı pedal çevirmek, daha hızlı araba sürmek, daha hızlı sevişmek, daha hızlı çalmak, daha hızlı…..
Hayatın önüne geçmek, zamanın önüne geçmek için mi bütün bu uğraş. Hız yeterli bir kavram mı bunun için. Fizikçiler hep tartışır, ışık hızına ulaşan beden, ruh ile soyut maddeler kapısından mı geçer? Işık hızına uaşan beden esirdeki tutsaklıktan kurtulabilir mi? Somutlukla soyutluk arasındaki kapının eşik değeri belli bir formülle ifade edilip, edilse bile aşılabilir mi?

Okul sabahları

buddhala | 15 October 2006 23:11

6 dakikada bir ertelediğim alarm sesi… Hatta 6 dakikada bir erteleyeceğimi bildiğim için saat 7 yerine 6 buçuğa kurduğum alarm… Ama bünye kandırılmıyor, kaldırılmıyor uykudan. Yazdan kalma ufak bir sinek vızıltısı. Öldürmedim sineği, kışı çıkarırsa ona kendi ellerimle ikram edeceğim kanımı ödül olarak. Sabahları bana Red Bull Air Race i andıran iniş çıkışları ve toneleriyle görsel bir ziyafet ve gürültü kirliliği sunuyordu. Ben de ağzımı üç filo yarasayı barındıracak kadar açtıktan sonra bir güzel gevşeyip yataktan doğruluyordum. Bazen dikkatimi çekiyordu bu sinek, esnerken türbülansa kapılmış bir hali vardı. Havada savsaklıyordu. Artık ağzımı fazla açmamaya dikkat ediyordum. Sineği kaybedemezdim.

Bu topraklara yabancı isimler

buddhala | 11 October 2006 23:52

Eskiden mekanlara koyulan yabancı isimlerden rahatsızlık duyardım. Bu konuda ne kadar derdimi anlatmaya çalışsam da hep kendilerini ve milleti kandırdıkları açıklamalarla olay kapatıldı. Bazen de tüketici danışmanlığının asıl işinin milleti uyutacak basın açıklamaları ve farklı kimliklerle gönderilen ürün şikayetlerine verilen sabit cevapları hazırlamak olduğunu düşünmüşümdür. Evet doğru biz sadece tüketiyoruz başka yediğimiz bir halt yok.
Konuya gelelim, Ülker küresel piyasadaki pazarını büyüttüğü bahanesinin altında yeni ürünler piyasaya sürerken artık tükçeyle ingilizce karışık ürün isimlerini tercih eder olmuş. Kanky, Harby bu konuda başı çekenler… başka markalarında aynı stratejiyle ürettiği ürünler vardır elbet, hedefim sadece ülker değil. Ama ülkerin genel piyasası belli. Arap ülkeri ihracat listesinde başı çeken yerler. Buraların tarzancayla alakası da yok. Diyorum ki, hani muassır bir çikolata götürmüşken Türkçe yi yerlere çalmasa. İsterseniz siz de bu konuda ufak bir elektronik posta gönderin. Gelecek cevabı da burada paylaşıp, karşılaştıralım. Aynı ise, tüketicilerin nasıl uyutulduğu gerçeğini ortaya çıkaralım…

Chuck Berry, İstanbul’ da

buddhala | 07 October 2006 18:41

Sting, Roger Waters, Depeche Mode, Blues Brothers Band ile efsaneleri misafir eden İstanbul Chuck Berry i Ocak 2007 de konuk etmeye hazırlanıyor.

Şarap Oteli

buddhala | 06 October 2006 13:39

Hep korku oteli olacak değil ya! İspanya’da şarapseverler için yeni bir otel açıldı. Frank O. Gehry tarafından dizayn edilen Hotel Marqués De Riscal, İspanya daki üzüm bağları ortasında 150 yıllık bir içki dükkanının yerine inşa edilmiş. Kızıl, gümüş ve altın renginde girintili çıkıntılı yapısıyla dikkat çeken otel, bir şarap şişesinin kapağındaki ambalajı temsil ediyor.

Oyuncak

buddhala | 03 October 2006 22:00

hepsi yanağımdan makas aldı
o kadar mı tatlıydım ben?
babamın esaleti, annemin pamuk teni
dedemin gülüşü ve daha nice benzetmeler
bir kez olsun uzun uzun sırtımın üstünde yatamadım
annemin pamuk göğüslerini emmek de hoş
kucaklar da hoş ama o kadar pahalıya alınan
beşiğim hep boş.
en huzurlu beşik benim için elbet annem
ama dedemin de tadı baska, azizlik var orda
hem onun da göğüsleri var annem gibi
birkaç kez yokladım ama dedem tip tip baktı
sonra beni küsmüş gibi anneme uzattı
annemin tadı hergün degişen beyazlarından içtim,
rengi aynıydı ama tadı her gün farklıydı.
babam biraz farklı bana göre
beni fazla gıdıklamaz ama saklıyor sevgisini sanki
ben de ona inat ilk önce “anne” dedim
sonra dede diyecektim ama alınmasın diye baba dedim.
dedem de benim gibi ilgi bekliyordu sanki
ama hesapta olmayan ben onu ikinci plana itmişti
hatta babamı da ikinci plana itmişti ama
annem işini biliyordu doğrusu.
geceleri beni dedemin yanına taşıdıktan sonra
acaba neler oluyordu merak ediyorum
birkaç kez geleneksel çağrımı yaptım ama anlayamadım hiçbirşey.
babam yanakları al al geliyordu yanıma, annem de nefes nefese
biraz kucak dansıyla kandırdıklarını sanıp
beni dedeme tekrar havale ediyorlardı.
dedemin sırdaşıydım aslında
yavaş yavaş aramızda bağ oluştu.
bana söyledilerini anlıyordum sanki
beni de gördüğü için mutluydu ve yanımda huzurluydu.
çoğu dostu torununu göremeden gitmiş, bana öyle dedi o gün
nenem de öyle gitmiş, nenem kimdi acaba nasıl birşey aklıma takıldı?
neneme uzun uzun anlatacakmış beni, yakın zamanda yanına gidecekmiş gibi.
annem işine gitmeye başlamıştı artık, fazla göremiyordum onu
ilk yürüdüğümü de dedem gördü sonuçta, beni havalara zıplattı mutluluktan.
gündüzleri birlikte şekerleme yapıyorduk artık, herşeyimiz birdi
bir kere rüyamda yukardan boşluğa düştüğümü gördüm.
yürümeyi yeni öğrenmiştim uçmak neyime benim,
öylece havada süzüldüm.
içimin basınçtan büküldüğünü hissedince kendimi birinin kucağında gördüm
gözümü açtığımda dedem gülerek beni tutuyordu kollarında, ben ise ağlayarak sızlanıyordum
beni anneme uzattı, içimdeki ateş sona erdi ve uykuya daldım tekrar
yeniden uyandığımda dedemin koynundaydım.
belli ki babam emiyordu annemin pamuk göğüslerini bu sefer.
bir kez yakalamıştım babamı,
benden daha profesyonelce annemin göğüslerini emiyordu.
benim onları izlediğimi görünce, dedemin kucağına tayinim çıktı tabi
o gece başka bir düş gördüm uzun bir aradan sonra
ilginçtir dedemi kucağıma almışım onu sallıyorum
koskoca tosun adam benim kollarımda
düşümde görsem inanmam diyeceğim ama zaten düşümdeydim.
sonra kollarımın arasından kanatlanıp göğe doğru uçmaya başladı
dedeme beni de almasını söyledim ama beni duymadı parlak ışığa doğru kanat çırptı, gitti.
uyandığımda bunları anlatmak için dedemin de uyanmasını bekledim
bekleye bekleye bir hal oldum, ne bir horultu ne bir tepki geldi tosundan
ardından annem geldi, beni ordan uzaklaştırdı hemen.
yüzüme damlalar geliyordu bir yerden, annem sanki ağlıyordu.
babam telaşlı bir şekilde yanımızdan geçti,
annem beni pek kıymetli çubuklu bahçeme bırakıp iç odaya geri döndü.
hıçkırık ve ağlama seslerinden sonra
dedemin o çok bahsettiği dostlarının ve nenemin yanına gittiğini anladım.
dedemin kucağındayken onu kaybetmiştim, onu bir daha göremedim
bu olanlari anlatacak bir kardeşim yok henüz
anneme ya da babama anlatacak da dilim yok.
o yüzden sana anlattım dostum, kusura bakma sıktıysam seni
sen de rüya görüyor musun bilmiyorum ama
en azından yürürken bana eşlik etmeni isterdim
bir de saçlarımın senin gibi düz olmasını.
benimkiler dedeme çekmiş diyorlar ama o saçsızdı iyi hatırlıyorum
senin tenin de çok sert ve gözün hep açık, hiç uyumuyorsun.
neyse ben tuvalete gidiyorum, sıkıştım, yeni öğrendim zaten kendi kendime tuvalet yapmayı, bekletmeyim, altıma kaçırırım yoksa.

dedeme

Splashdiving (Su sıçratarak dalış)

buddhala | 01 October 2006 15:14

Splashdiving bir su sporu. Zamanında İstanpool olarak topraklarımızda konuk olan olimpik su sporundan farkı, atlarken olabildiğince dalga oluşturup su sıçratmak ve snowboard’da olduğu gibi gösterişli hareketler ve atlayış teknikleri üretmek.

10 üzerinden 8.5
10 üzerinden 8.5

Şu anda atlayış olarak 12 stilin mevcut olduğu Splashdiving, Arena sponsorluğunda 2006 Dünya Şampiyonasını gerçekleştirmiş. Şampiyonayı tabii ki bu sporun mucidi olan Alman takımı kazanmış. Bizim ülkenin gençlerinden bu konuda pek iddialı isim çıkacağını düşünmüyorum.

Yeni bayraklar, uydu devletler, dev demeçler

buddhala | 29 September 2006 02:57

Talabani “Türkiye içişlerimiza karışmasın yoksa gerekli kartları oynarız!” demiş. Pkk ile uzlaşma(!) için koordinatör atanmasından sonra masada dikilecek bayrakları kestirmek mümkündür. David Lynch in “Blue Velvet” filminin girişindeki, mavi -sonsuz- gök, kırmızı -sevgi- gül ve beyaz -özgürlük- çitlerden gelen bayrak renkleri ile abd, abnin cici liderleri fransa,ingiltere ve avustralya, yeni zelanda nın bayraktaşlıkları ortada. Güzel bir renk seçimi. Mavi, beyaz, kırmızı. Yatay, dikey, çapraz ya da minik beyaz yıldızcıklı, ne güzel resmetmişler dünyayı. Biz ise hergün, bayrağın kırmızısını taze kanlarla sıcak tutuyoruz. Analar evlatlarına ağıt yakarken artık daha dokunaklı konuşuyor. (Oğlumun damatlığı bayrak oldu, sevgili diye toprağa verdim ben onu…)
Onur Öymen in Kanal b deki bir konuşmasında, öldürülen Pkk lılar arasındakilerin kürtlerin sayısında azalma olduğunu, dikkat çeken noktanın ise, bu ölüler arasındaki Ermenilerin sayısında azımsanmayacak bir artış olduğuydu. Roller değişiyor ve cepheler gelişiyor tabiki. Masaya bir sandalye daha koymuşsun, bir bayrak daha koymuşsun n’olcak? Belki Rum kesimi de hak iddia eder belli olmaz. Cılkı çıktı zaten işin.
Sorunum Türkiye deki Ermenilerle değil elbet. Sorunu olan Ermeniler zaten ya Ermenistan dan, ya da AB nin kaymağından ses yükseltiyorlar. Bakın Chirac, soykırım anıtını ziyarete gidiyormuş. Hadi gelsin bakalım, Türkiye nin pkk ya verdiği şehitlerin mezarı başına. Bu bir çelişki değil mii?
Ab de işini biliyor yani, Kanseri gösterip sıtmaya razı etti. Gerçi bu da Onur Öymen in lafıydı ama bu konuya çok uygun. Şimdi yoldan geçenlere sorun, AP nin son raporunu nasıl buluyorsunuz? diye. -Evet bu daha iyiydi, kabul edilebilir.
Bakın burdan diyorum ki: “Nah, nah kabul edilebilir!”
Irak’ a diyorum ki, “Türkiye den ırak, Allah a yakın ol!” gerçi takmaz beni ama. O daha çok, abd zibidisinin dediğine gelir. Bakın şöyle demeç verdiği coğrafik yerlere, ab, abc, abd, abd, abd.
-Bence insan görünümlü robotlar çoktan yapıldı. Bunlar aramızda dolaşıyor. Hatta bazısı lider konumunda. Bir insan bu kadar Allahsız olamaz yahu. –
Papa, kafayı şarap ayininden bulmuş olsa gerek, Hz. Muhammed e ve İslam a laf etti. Bizimkiler ne mi cevap verdi. Ilımlılar canım, olaya ılımlı yaklaştılar tabiki. Papa bir tane bile özür dilemedi. -Yanlış anlaşıldı laflarım.-
Akp, Irak a bir bakanını gönderiyor. Bakanın misafir edildiği odadaki bir çerçevede Ortadoğu haritası var. Haritada, G. Doğu ve Doğu anadolu Kürdis(a)tan diye gösterilmiş. Bizimkiler bu çerçeveyi indiriyor sadece. Ama ne bir kınama, ne bir ültimatom. Olayın tahrikten başka bir teşhisi yok. Sadece Irak ta mı, Roma da ve Nato brifinginde harita krizleri oluyor.
Bir düşümdüm de, Başbakan belki oruçlu diye Talabani’ ye, Papa’ ya karşı ağzını bozmuyor.
Talabani oruçlu ama kafası çalışıyor. Amerika dan 10000 coni sipariş etmiş. Zamanında gelmezse coniler, parası da iade belki? Hadi hayırlısı diyelim, daha fazla masada kağıt oynamadan, özümüze dönmeyi dileyelim. Gözümüzü dört açıp masada yapılan hileleri önleme, parolalı konuşmaları, planlanmış demeçleri ve tahrik edici haritaları masaya vurup susturma temennisiyle…

Peeetriik

buddhala | 27 September 2006 01:55

Şubat civarıydı sanırım. Kar yağmaya yakın bir zamanda, bahçeye iki tane kedi geldi. Kar tatili yüzünden ertelenen sınavlara çalışırken, arada bir bahçeye ufak kaplarda yemek koyuyor kedilerin seranatından kurtuluyordum. Bütünlemeler hayırlısıyla bitince kedilere motive oldum. Biri daha küçüktü. Siyah beyaz tüyleri ve yem verirken atik davranışı diğerine ısınmama sebep olmuştu. Her zaman mazlumun yanında yer alan benliğimin burda da önüne geçememiştim. (Futbol maçlarında Beşiktaş ve Barcelona dışındaki eşleşmelerde yenilen takımı tutmak gibi…) Kumral, açık kahverengi tüyleri ile sırt kısmındaki koyulaşan çizgiler, elimi uzatınca hemen şımarık kendini yere atışı gibi kendisine sempati duymamı sağlayan özellklerin dışındaki tek kötü yönü traktörü andıran horultusu oldu bu kedinin. Gülü sevdik, dikenine de katlandık ama. Adını koymadık önce kedilerin. Kar yağınca da ikisini içeri aldık. İlk bir kaç gün eziyetti tabi. Kuma alıştırma ve ev içinde girilmemesi gereken yerleri öğretme Allah tan uzun sürmedi. Ama kedilerle aynı mekanda olma fikrine alışamadık. Ev zemin kattı ve temizliği daha da güçleşiyordu. Havalar açınca, ikisini de bir kutuya sıkıştırıp, Kuzguncuk un iskele kısmına yakın bir yerde, arkadaş edinebilecekleri bir ortamda doğaya bıraktık. Kutudan çıkınca hemen bir döküntü binanın içine kaçtılar. Kedi dosyası böylece kapanmış oldu(!)
Yaklaşık 1 hafta sonra sabah dört civarı Küçük Emrah ın kedi versiyonunu andıran bir miyavlama, bahçenin çatlak duvarlarında yankılanıyordu. Evet, kedicik geri dönmüştü. Ama biri geri dönmüştü. Siyah beyaz olanı eyvallahı çekip kendine yeni bir ortam edinmişti belli ki. Ama sempati duyduğum kedi geri gelmişti. Koskoca yokuşu geri çıkmıştı. Evi hala kavrayamadığım bir şekilde geri bulmuştu. Çünkü kutu içine tıkıp, aniden bir mekanda salıvermiştik ama sonuçta kedicik geri dönmüştü. Titreyen görüntüsüne, dökülmüş tüylerine, ağlayan miyavlayışına, yalanmasına, pencerenin camına sürtünmesine dayanamayıp içeri aldık kediyi. Hala adı yoktu ama artık bir evi vardı.
Kumun yerini unutmamıştı ama girmemesi gereken yerleri unutmuş gibi yapıp hala girmeye yelteniyordu. Üç dört ay mutlu bir evlilik geçirdik kediyle. Mayıs ayından itibaren bahçeye de salıyor, dışardaki Kötü Kedi Şerafettinler den dayak yiyip geri dönüyordu. Bazen geceleri pencerede gurur yapıp nöbet tutuyor, uykusuna yenilip horlayarak uyumaya başlıyor ama bahçeye kadar kovalayan kedi onun bu anını gün boyu beklermiş gibi pencerenin dibine gelip hırlıyor sonraki kedi patırtısı bizi söylenerek uykumuzdan kaldırıyor ve gece, bahçedeki düşman kediyi sopalarla kovalayarak sona eriyordu.
Arada kedinin dağıttığı evden şikayetçi sevgiliyle papaz olma durumu ve eve kontrole gelen çekirdek aile meclisi üyelerinin veryansınına rağmen kediyi koruyordum. O tüm zorluklara, evden 5 dakika uzaktaki bir yerde ulu orta bırakılmaya rağmen geri dönmüş Gotama nın sadakat sınavından geçmiş bir kediydi.
Eylül ün getirdiği çatırdayan yapraklara ilk nefes aldırıcı yağmur yağdığı sırada, bizim bahçede yan evin özenti kedisi üç tane yavru kedi dünyaya getirdi. Bizim kediyle de didişen bu kediden pek bir hoşnutsuzdum. Bu üç yavru kedinin annesi kimden mi peydahlamıştı bu veletleri? Bizim kedinin can düşmanı Kötü Kedi Şerafettin den. Bizim kediye yazın son günlerinde bahçe zindan oldu.
Bir gün yine bizim kedi boşluktan faydalanıp, bahçeden dışarıya dolaşmaya çıktı. Ama dönüşte yan tarafın kedilerine ve Şerafettin e takılmış olsa gerek, eve gelemedi. Biz ertesi bir açık bulur gelir dedik ama gelmedi de gelmedi…
Günler geçti. Bizim kediden ses seda yok. Kuzguncuk a iniyor, kedilerin uğrak yerlerini araştırıyorduk ama bizim kedi yok. Arada şiddetli yağmur yağıyor, geceler bizim kedi ne alemde muammasıyla uykulara yelken açıyordu.
Bizim bahçede allak bullak oldu o arada. Aşırı yağmurun çatıdan inen borularda yaptığı baskı, bizim bahçede orgazma ulaşıyor bahçede bir karış su birikiyor, fark edilmese evi su basacak. Yan komşunun çatısındaki patlak boru ayrı bir konu…
Bir gece yine saat dört civarı. Pardon Ramazan ın ilk gecesi. Uykum yoktu sabaha kadar baykuş gibi dikildim. Çayı demleyip, efkarlanmaya başladım. Sevgili gitti, kedicik gitti, ablacık gitti… Dert ortağı da kalmadı. Kedi olsa dedim kendi kendime. Ramazan ın ilk sahurunu yapıp yatağa gömüldüm. Kedi olsa diye içimden geçirdim. Gözümü kapadım, tam kulaklarımı da kapayacağım, bir miyav sesi… Ağlamaklı bir ses. Durmadan miyavlıyor. Benim yatağa gömüldüğümü görmüş kedi, yatağımdan kaldırmak istercesine miyavlıyor. Gözlüğüm de yok, hangi kedi, nerden miyavlıyor kestiremiyorum. Işığı açtım, bahçeye baktım ama kedi yok ortada, ses var görüntü yok. Yukardan geliyor ses. Kafamı kaldırdım bir de ne göreyim, bizim kedi bakmış öbür güzergahtan gelemiyor, çatıdan gelmiş bizim eve.
Sepeti ters çevirdim, biraz uzanıp kediciği indirdim aşağı. Ama leş gibi kokuyordu. İlk gece bahçede konuk ettim onu. Önüne de okkalı bir tabak koydum. Yemeği sindirmeye odaklanırken ben yatağa gömülüp uykuya daldım. Sabah uyandığımda yoktu. Ama aynı gece tekrar geldi. Onu içeri aldık, bir güzel banyosunu yaptık ve kurulayıp ev ahalisine tekrar tanıttık. Artık onun ayrı bir kum odası vardı. Benim tualetin deliğini kapayıp ona vermiştik orayı. Kedinin adını da koymuştuk. Adı, “Peeetriik” ti. Bize ilk gece o kadar çok şey anlattı ki, yorgunluğunu da boş verip, arada mutfağın çöpüne de yeltenerek uyanıklık yapıyım diyor ama tek ikazla girişiminden vaz geçiyordu. Olsun, onu günlerce dinlerdim. Petrik adının nerden geldiği ayrı bir konu ama Petrik artık eve geri gelmişti. Hoş da geldi…

Hafifperest

buddhala | 27 September 2006 00:15

Sanırım bu başlık daha çok bir rumuz olmalıydı. Hepimiz hafife hergün bir selam atıp, ilgimizi çeken başlıklarda kahve içiyor, sigara tellendiriyor veyahut yeni bir kilim serip misafir bekliyoruz. Ama bazılarımız misafir edildikleri yerlerde evsahibine yaptığı kahvenin acılı oluşundan şikayet etmekten öte, o fincanı münasip bir yerine sokmayı söyleyerek uygunsuz davranıyor. Kimseyi karşıma almak değil amacım. Makul bir şekilde ölçüyü kaçırmadan bu konuda nasıl adım atılacağını tartışmak. Yorumların tek tek filtreden geçirilmesi uzun iş olsa gerek ama ana avrat düz giden her yorumun da yer alması hoş değil. Buyrun hafifperestler bir kahve içelim, sonra da falımıza bakalım..