A ve E sohbet etmek için buluştu. Soğuk bir sonbahar günü. Deniz kenarında bir çay bahçesi… Her zamanki gibi E onu iş yerinden arabasıyla almıştı.
Bugün E’nin doğum günüydü. A’nin canı hiçbir yere gitmek istemiyordu ama arkadaşını bugün kırmamalıydı. Yorgundu, üzgündü, içinde ağlayan bir kız vardı… İçindeki o kızı kimse görmüyordu.
O hayatına –sözde- her şey ama her şey normalmiş gibi devam ediyordu. Kimse bilmiyordu uyuyamadığını, kimse bilmiyordu tavana bakarken saatlerin geçtiğini ve onun bunun farkına varmadığını. Kimse bilmiyordu, onun antidepresan almayacağım diye debelendiğini. Kimse bilmiyordu onu eski bir dostun telefonunu çevirdiğini ve birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığını.
Kimse bilmiyordu, bilmiyordu akşam olduğunda ve evine geldiğinde sessizliğin üzerine yıkıldığını ve o an acıdan ve onu düşünmekten ve onsuzluktan; onun bu denli içinde olmasından, o anda acıdan öleceğini hissetmesiyle gözlerinden akan yaşları susturabilmek için sürekli kendine yüksek sesle; ‘Tamam, tamam; sakin ol, sakin ol, geçecek geçecek… Her gün biraz daha azalacak. Bak yirmi bir günde beyin alışıyor birtanem, sakin ol, sakin ol.’