bildirgec.org

başıma ne geldi hakkında tüm yazılar

GECEDE KOŞTURAN BİR KAÇIK

| 11 December 2007 01:45

garip bir gün, kulağımda Buddha Bar’ ın arap tarzına göre yeniden düzenlemiş olduğu bir mozart senfonisi, ankaranın yağmurlu günlerinden biri. gecenin bilmem kaçı yazmak istememe rağmen insanı çıldırtan bir kafayı toparlayamama. sanki kelimeler kayıp ve de ziyanda.
bir sevgili hikayesi dinlemiş gibi üzülerek bakıyorum camdan dışarıya. her şey kendi halinde ve kimsesiz gibi duruyor gecenin içinde. bir yerlere gitmek isterde gidemezmiş gibi elleri ayakları bağlı köleler gibi ağaçlar, sokakalar rıhtıma bağlanmış gemiler gibi… saat gecenin bilmem kaçı ama çekiyor beni sokaklar.
çekiyorum paltoyu sırtıma geceye doğru yol almaya hazırlanıyorum. önce müziği kapatmak gerekti ama böyle yapmadım inadına açtım sesini ertesi gün komşunun şikayete geleceğini bile bile. mozart darbuka tınılarında biraz daha yankılanmaya başladı evimin duvarlarında. saat gecenin bilmem kaçı, gürültüyle kapadım dış kapıyı yıkarcasına, ve eminim bunuda eklemeyi unutmayacaktır komşu, yüksek sesten şikayetçi olurken.
merdivenleri koşarak indim, demirkapıdan dışarı çıktığım dakikada soğuk hava ciğerlerime doldu ve o an koşmak istedim. gece karanlık ve sokaklar kimsesiz, “benimsiniz” deyi verdim fısıltıyla, sanki sevgilinin kulağına eğilip fısıldar gibi. deli gibi koşuyordum sokalarda. yönü ben tayin etmiyordum, bakıyordum bir sokak bitti bir diğerine. sonunda ciğerlerimin ihanetiyle olduğum yerde kalakaldım. bir yandan zorlada olsa nefes alıp vermeye çalışırken bir yandan gülüyordum halime, saat gecenin bilmem kaçı, bense bir kaçık sokak sokak koşturuyorum. ve ciddi anlamda aklımdan zorum var bu bir gerçek. yarın erkenden gitmem gereken bir iş var ve ben burda bir sokak arasında koşmaktan tıkanmış bir şekilde nefes almaya çalışıyorum. uffff
şu kaçık olma durumu, cidden yorucu….

KAYBOLMANIN EN GÜZELİ

| 11 December 2007 00:56

Namlusundan fırlamış kurşun gibiydi. Ama nafile her zamanki gibi çelişkiden başka bir şey yoktu ruhunun sınırlarında; ne geçmişin götürdükleri ne geleceğin getirdikleri. Geçmiş ve gelecek bir birinden apayrı gibi duran lakin birbiriyle iç içe olan iki varlık. Hiç biri şu durumda onun umurunda bile değildi. Zaman kavramını yitirmiş bir insandı o. Ki daha farklı olması da mümkün değildi. “Yazık bana” dedi kendi kendine. Gecenin koyup giden aydınlığında kayboldu bakışları. Her şeyi nasılda muammalar içinde teslim olmuştu, nasılda zavallı kalmıştı kendisinin terk etmişliğinde. Ve şimdi her şey gibi kendisini de terk etmek istiyordu, ve kaybolmak kimselerin bulamayacağı bir yalnızlık içinde. Nerede, nasıl, ne için kaybolmalıydı. Bilmiyordu. Bilmek istemiyordu hayatında ilk defa korku bu kadar işlemişti yüreğine. Bilmesi hiç mümkün değilmiş gibi geliyordu ona her zaman. Bilse dahi bir işe yaramaz. “Zavallının tekiyim ve bu durum sadece benim nedenim. Kendimden nefret ediyorum her şeyden sonra kendimden nefret ediyorum” yumruklarını o kadar çok sıkmıştı ki tırnakları avucunu parçalamıştı.Hırsla soluk alıp verdi. Eskiden sinirini bozan bir şey aklına gelmişti. Aklına gelen sinir bozucu düşünce hayatındaki yaşadığı diğer şeylerden farksız değildi. Yumruklarını gevşetti.. Boşlukta öylece koşmaya başladı. Rüzgarla yarışıyordu adeta. Kaldırım ıslak, yolla beraber uzanan karanlık hiç bitmeyecek gibiydi. Karanlığın bağrına doğru koşmaya başladı.
Hızla koşarken bir an durdu. Adeta frenlenmiş gibiydi. “Neden. Neden her şey benim başıma geldi ki” dedi. “Bu kadar kötü ne yapmış olabilirim ki.”Yere diz çöküp gözlerini kapadı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Gece karanlık, geçmiş karanlık, düşünceler hepsinden daha karanlıktı. Bir ışık o karanlığa tükenmez bir ışık lazımdı. Kim ne zaman nasıl ulaşabilirdi şu an ona. Kim ne zaman nasıl yardım edebilirdi şu an ona. Her yerde olabilen, her şeye hükmü geçen olmalıydı. Arınmalıydı bu karanlıkta. Nasıl olmalıydı bu nasıl olacaktı.
Sonra beyninde yankılanan bir ses. Bu annesıydi “Dua Allah’ la konuşulan andır. İste ondan isteyebildiğin kadar. Dertliysen derdini anlat, sıkıntıdaysan ferahlık dile, hastaysan şifa daha neler neler. Yeter ki onun huzurundan dile bir güzellik. Geri çevrilmez onun kapısında hiçbir istek. Bir şekilde isteğin yerine getirilir. Dua et. Nasıl ki su ağaca hayat verirse duada insana hayat verir. Dua et.”
O zamanlar küçüktü. Bir kış günü gece babasının dönüşünü beklerken annesi öğütlemişti bunu.
Dua etmeliydi. İçindeki karanlığından ancak o zaman arınabilirdi. Ancak o zaman geçmişini aydınlatabilirdi. Bir yerlere gitmeliyim diye düşündü önce dua etmek için. Lakin yaratıcı her yerdeydi. Her hangi bir mabedin duvarları arasında sıkışıp kalmış değildi. Ya da sesini duyurması için her hangi bir mabede gitmesi gereksizdi. “Şimdi, buradayken, karanlıktan aydınlığa yol almak için O’ nda kaybolmalıyım” dedi.
Olduğu yerde ellerini gökyüzüne kaldırdı. Gökyüzüne ilk defa görüyormuşçasına baktı.. Ay bütün çıplaklığıyla salınıyordu. Yıldızlar alabildiğine parlak ve aya yoldaştı. Şu an öncekinden daha fazla ağlıyordu ve bu sefer rahatlatıyordu ağlamak onu. Özgürlüğüne kavuşan köleler gibi. Kelimeler bir bir dudaklarından dökülmeye başladı. Pişmanlık, üzüntü, korku ve de bir şeylere sığınma isteğinin en yoğun olduğu andı, o an. O an yaratıcıda kaybolup kendini bulma anıydı. Fırtınalı bir yüreğin, sessiz gecede huzurunu bulma anıydı.

“babam ve oğlum” ve yaşadıklarımdan farkındalığım.

K-a | 16 August 2006 20:24

bu gün bir arkadaşımın evine ziyarete gittim büyük anneside oradaydı ve içeri girer girmez başladı anlatmaya yok ilk kocası şöyleymiş yok bi oğlu hala ortalıkta yokmuş bir başka oğlu süper terziymiş falan ben karşısında oturduğum müddetçe anlatmayı sürdürdü arkadaşımın büyük annesi olduğundan ve benimde nennem yaşında olduğundan sabırla dinliyordum ve birden aklıma anlattıklarının “babam ve oğlum” filminde
olanlarla benzeştiği geldi. sanırım o zamanlar yani devrimlerin başkaldırmaların olduğu zamanlar herkezin hayatı kısmen aynı olaylarla doluymuş. her evde idealist bir öğrenci ve geleneklerine bağlı bir baba varmış. yaşanan bütün o acı tatlı hayatların sonunda olan yine evdeki en küçük toruna olurmuş. henüz babamı kaybetmedim. ailemin geçmişinde hiç idealist bir öğrenci yoktu. dedem çok geleneklerine bağlıydı. dedem öldü onun için herkez iyi adam der bende dahil ve vadesini doldurduğu için öldü deriz babam da ölecek onun için de iyi adamdı diyeceğiz ve yine vadesi dolduğu için öldü diyeceğiz. belkide göçmen bir aile olduğumuzdandır herhalde bizim ailede hiç idealist öğrenci olmadı ve zamanından önce ölmedi. ve sanırım türkiyede bir zamanlar zamanında idealist öğrenciler olan babalar hep zamansız öldü. aynı şekilde arkadaşımın dayısı olan bir insandan da neredeyse yirmi yıldır
haber alınamıyomuş. bu film ve bir zamanlar idealist öğrenciler olan insanların başına gelenler hakkında düşüncelerim bunlar. senaryo konusuna gelincede sanırım senarist de bir arkadaşının ninesi tarafından bir süreliğine esir alınmış çünkü insanlar kendi başlarına gelene sadece gözyaşlarını dökerler. senaristler, yazarlar, gazeteciler, muhabirler ise başkalarının hüzünlerini gözler önüne serebilecek kadar cesurdurlar. hayatta en büyük işkence bence sıradanlıktır. tekdüze hayatlar yaşayarak gerçekten yaşadığımızı idda edemeyiz sanırım.

Ah Şu Evlilik

admin | 30 March 2006 17:21

Evlilige Dair
Eger size evlilikten söz eden yalnizca anne ve babanizsa durum sizin için son derece mutsuzdur.
Sakin para için evlenmeyin. Çok daha uygun kosullarda borç bulabilirsiniz.
Eger evlilik eglenceli bir sey olsaydi, nikahi belediye memuru kiymazdi.
Evli bir çiftin ayni konuda “evet” dedigi son yer nikah masasidir.
Evlilik güzel bir iliskiyi bitirmenin en kisa yoludur.
“Ask ve Evlilik, tipki at ve araba gibi birlikte yürür.” En son ne zaman at arabasi gördünüz?
Askin gözü kör olabilir ama evlilik insanin gözünü açiverir.
Eslerden ilk uyuyan her zaman en yüksek sesle horlayandir. Suçlu her zaman esinizdir.
Eger erkekler kur yaptiklari dönemdeki davranislarini evlilikte de sürdürürlerse bosanmalar azalir, iflaslar artar.
Ne zaman ve nerede evlendiginizi animsarsiniz ama niçin evlendiginizi animsayamazsiniz.
Erkek, eger karisinda artik bir hata bulmuyorsa, bosanmis demektir.
Her basarili erkegin arkasinda edepsiz bir kaynana vardir. Her basarili kadinin arkasinda asagilik kompleksiyle kivranan bir erkek vardir.
Televizyonda 27863 bölümlük Brezilya dizilerini izledikçe “evliliginizin iyi gittigi” inanciniz artar.
Iyi bir kavga en basarili dogum kontrol yöntemidir. Anlik barislarda bunun tersi olur.
Eger birisi esinizi elinizden alirsa, ona yapacaginiz en büyük kötülük, birlikte yasamalarina izin vermenizdir.
Masallarda çiftler asik olurlar, evlenirler ve yasamlarinin sonuna kadar mutlu yasarlar. Bunlara masal denmesinin nedeni de budur zaten…

Mutluluğun Göreceli Kavramı

admin | 30 March 2006 17:19

Bu sabah uyandım ve bir tuhaflık sezdim kendimde, anlamamıştım bana ne olduğunu, son günlerde hep bu karmaşıklık diyordu ya zaten bana “günaydın” yine; o sandım önce. Doğru yine o tuhaflıktı. Ama bu kez daha yoğundu. Sonra sokaklara vurdum kendimi, denize gittim. O bana hep yardım etmişti çünkü bu tür anlarımda. Vapur eşlik etti bana. Sonra deniz fısıldadı kulağıma. “Aşık oluyorsun oğlum” diye. Hem de ne kokusunu bildiğin, ne yanında olduğun ne dokunduğun ne de sarıldığın bir kadın da değil O kadın. Ama var bir şekilde ve yaşıyor bir yerlerde O.

Şimdi öylesine mutluyum ki. Çünkü aşk yaşama bağlar beni. Ve işte aşk yeniden ve üstelik çok uzaklardan gelmişti ya bana. Şimdi çok huzurlu ve mutluyum. Ve bu senin sayende. Sen fark etmesen de bilmeden bana büyük bir mutluluk hediye ettin, aşkı. Çünkü ben sürekli seni düşünür oldum, hiç olmadık yerlerde aklıma geliyorsun, artık kendi kendime değil seninle konuşuyorum içimden.

SENİ SEVİYORUM…

admin | 30 March 2006 17:17

Aylar önce bir gün seninle konuşurken konuşma sırasında ebedi aşk ucunda ölüm varsa o en hararetli anında öleceksen var demiştin Sanki benim tepkimi öğrenmek içindi. Kim bilir.. Sen bana açıkça sormamıştın ama ben sormanı beklemeden kısa bir sessizlikten sonra gözlerine bakarak, ben senin yanında olduğum her saniye her an ölüme varım demiştim,hatırlıyor musun?.. Seni bilmem ama ben bu cümleyle ebedi aşkı sende bulduğumu haykırıyordum, yüreğimin atışlarına karışan sessiz bir çığlıkla. Neden bilmem ama bu ebedi aşkı gözlerimle bakışlarımla davranışlarımla sevgimle anlatmaya çalışıyorken kelimelere dökemedim bir türlü.. Büyünün bozulmasından korktum belki de. Ya sen?.. ya sen… Ebedi aşkı buldun mu? Bende yada benden öncekilerde? Yanlş anlama sakin sorgulayıp yargılamıyorum seni. Bir hesaplaşmada değil bu, bu sorunun cevabini verip vermemekte özgürsün. Karar senin. Paylaşmak istersen ben buradayım.. Simdi; aramıza giren çaresiz ayrılıktan beri her düşüncemde bu cümlenin yer aldığını beynime kazındığını bilmeni isterim. Neden mi?Ebedi aşk ucunda ölüm varsa vardır. Ama ben bu ebedi aşkı sende bulamadım dersen başka bir insana incinip kırılacaktır bir gül gibi. Arkasına bakmadan çekip gidecektir belki de,hakli olarak.Kim bilir.. Ama bu sözü olduğu gibi bana söylersen sen beni terketmedikçe bil ki ben seni bırakmam. Çünkü; aşk ne gurur dinler nede şuur.Bir hercai olarak iyi bilirsin bu duyguyu yüreğinin kapılarını sonuna kadar açabiliyorsan ebedi aşkı hissedebiliyorsan iste o zaman varsın demektir. Su anda her ne kadar savaşsam da yokluğunla, kalbimin kapılarını sana sadece sana sonuna kadar açtım usulca korkusuzca.. Kendimi sana verdim sınırsızca.. aşkın büyülü atmosferinde sana olan sevgimi düşlerle bıraktım kollarına.. Kimseler ama kimseler sevemez seni benim sevdiğim kadar.Ne kadar mı seviyorum seni? Duymak bilmek ister misin; tüm okyanusların büyüklüğü, dünyalar kadar desem. Evet yanlış duymadın bu ne ki? En yüksek dağlar bile tepe kalır sevgimin yanında. Gökyüzündeki en parlak yıldızın sana olan sevgimin simgesi olduğunu düşündün mü hiç? Sen öyle bir şeysin ki askımsın, fırtınamsın özlemim, çaresizliğim, yıldızımsın. En önemlisi sensin.
Bir ressamım düşüncelerini tuvale gölgelemesi,bir müzisyenin yüreğinden aldığı güçle hissettiklerini notalara melodilere dökebilmesi gibi bir şey seni kalbimde taşımak. Seni sevmek, seni ölesiye sevmek… Bir gün geleceksin değil mi? Düşlerimde büyüttüğüm essiz sevdamın sahibi… Bir gün geleceksin değil mi?…

SENİ SEVİYORUM

YEDİNCİ DELİ:SON DELİ

admin | 19 March 2006 22:31

Bu sabahtan beri gördüğüm yedinci deli. İlkini sabah odamın boy aynasından hatırlıyorum. Kahvaltı yapamıyorum artık. İçimden güne hafifçe karın tokluğuyla başlamak gelmiyor. Şu an saat öğlen üç. Öğle yemeği de yemezsem kaç saat daha yaşarım bilmiyorum. Caddede şehrin en kötü kokan yerine doğru yürüyorum. En çok insanın olduğu yere doğru. Şehrin en geniş meydanına. Oradaki insanlar bana kanalizasyon borularında telaşla koşturan hamamböceklerini andırıyor. Sağımdan solumdan birkaç dakikada onlarcası geçiyor ve yaydıkları koku iştah kaçırıcı. Sigaram da yok bari o olsaydı. Durakta iki genç duruyor. Belediye seçimlerinin yapıldığı gün ama yaşları tutmuyor. Alsancak’a diğer züppelerle bira içmeğe otobüs bekliyorlar. Orda durup birinden sigara istiyorum. Bakışlarında ‘benim pisliklere verecek sigaram yok’ dediğini seziyorum. Ama buram buram nikotin kokan ağzıyla “kullanmıyorum” diyor. “hah otobüsünüz geliyor şimdi siktirin binin” diyorum. Cevap vermiyorlar. Otobüse biniyorlar. Birinin öğrenci kartı yok. Aynı anda ötekinin telefonu çalıyor. Şoför yolun başındaki kavşakta cinnet sınırına gelmiş. Telefonun çalmasıyla birlikte çocukların üstüne atlayıveriyor. Kapı da kapalı çocuklar uslu uslu dayaklarını yiyorlar. Kavgayı sonuna kadar izleyip durağa doğru yürüyen ve her şeye iğreniyormuş gibi bir yüz ifadesiyle bakan kadından (sanırım kadın) sigara dileniyorum. Cevap aynı. Oysa ki çantası Winston’un promosyonu. Gene de sağ ol diyorum. Sonra birkaç dükkana girip çıkıyorum. Ulan kimse sigara içmiyor mu? Bu kadar sağlıklı bir şehirde benim ne işim var diye düşünürken karşıdan karşıya geçen günün dördüncü delisini görüyorum. Elinde ömrünün ortasında bir sigara var. Her tarafı gazete kağıtlarıyla kaplanmış kulağına da küpe: balık kılçığı. Şortu şeffaf torbalardan yapılma kesin bir de anlamı vardır kendince. Pipisi yandan çıkmış ve soğuktan iyice küçük. “Ulan şu adam vermez mi bi sigara, verir be” “bilir çünkü sigarasızlığın adamı nasıl delirttiğini”. “Hey Gandi!” diye bağırıyorum. Bi tek o bakıyor. “Sigaran var mı fazla?” Elindeki sigarayı uzatıyor. Alıyorum. “Eyvallah”. Pipisi sallana sallana insanlara söve söve ara sokakların birinde gözden kayboluyor. Ben amaçsız yürüyüşüme devam ediyorum. Sigara, haliyle, attığım otuzuncu adımda bitiyor. Atıyorum. Midem kazınıyor. İnsanlar çoğaldıkça midemdeki gurultu azalıyor. Şehrin meydanını sessizce geçiyorum. Oy vermekten gelen kalabalık bir gurup oy verdikleri partilerden bahsediyor. İçlerinden birinin küçük çocuğu onların arkasında kalmış kumruların peşinden koşturmaya başlıyor. Annesi dünyasını unutmuş, yürümeye devam ediyor. Kadına bağırasım geliyor bir an için ama çocuğa bakıyorum da o kumrular ona bu hamur müsveddesi kadından daha iyi annelik yapar herhalde deyip susuyorum. Kırk yaşındayım. Yıllarca ciğerlerine nevroz alıp nevroz vermişim. İşsizliğim kaburga ağrılarım çocukluk anılarım eski aşklarım hepsi bir anda o kumruların peşinden giden çocukla beraber paramparça oluyor. Artık o kadının çocuğunu bulmasına imkan yok. Benim de geçirdiğim kırk yılımı.Soya yağı fabrikasının önünde hayat dank ediyor birden. Gürültülü otobüsler yürüyen insanlar uçan kuşlar dilenen zavallılar köşedeki tekel bayiinden gelen kavga sesleri her şey bir anda yok oluyor.”Sanırım sağır oldum” diyorum. Haftalarca süren baş ağrısının nedenini açığa çıkmış oluyor böylece. O kadını bulup ona okkalı bir tekme savurmak için geldiğim yoldan hızlıca geri yürümeye başlıyorum. Durakların orda kadın ve arkadaşları hala seçim konuşuyorlar. Kadının önünde duruyorum. Oğlunun ellerinin ojelenmiş ve yıllanmış hali havada söylediği önemli lafların altlarını çiziyor. Bi sigara istiyorum. Çantasından bi tane çıkarıp veriyor. Durakta hiç otobüs yok. Sigarayı yarısında atıp bi tane daha istiyorum. Bu sefer gözlerini korku sarıyor. Çantasından paketi çıkarıp bana veriyor. Sağ ol diyorum. Sonra kadın bir anda meydana doğru koşmaya başlıyor. “Sabri! Sabri! Allah kahretsin!” Peşinden bende koşuyorum. Kadın kumruların oraya geldiğinde “dur!” diye bağırıyorum. Kadın şaşkınlık ve umutla duruyor. Yanına geliyorum.”bakın bayan şu binayı görüyor musunuz? Benim ölmem gerekiyor.”bir şeyler söylüyor ama duymuyorum. “bayan beni öldürür müsünüz”diyorum. Kadın yere düşüyor. Kaldırıyorum. Cebimdeki sümüklü mendille kadının gözlerini siliyorum. Birkaç parça kadının yüzüne yapışıyor. Kadına bi tekme savuruyorum. İçim rahatlıyor. Kadın gene yerde. Şoka girdiği her halinden belli. Tekrar kaldırıyorum. Ve tekrar binayı gösteriyorum. Meydanın çıkışında oynanan bu trajedi gelip geçenlerin umurunda değil. Onlar bu oyunda yalnızca gelip geçenler rolündeler sanki. Hatta hemen yanımızdaki yaşlı çekirdekçi istifini bile bozmadan “sıcak sıcak sıcak çerez!” diye bağırmaya devam ediyor. Biz kadınla görünmez olmuşuz fabrika binasına doğru yürümeye başlıyoruz. Kadının ağzından Sabri Sabri diye sayıkladığını görüyorum. Fabrikaya giriyoruz. Engel olan olmuyor. Çatıya kadar işçilerin gözleri önünde ve yanık yağ kokularıyla merdiven tırmanıyoruz. Çıkınca kadını sertçe itiyorum. Kafasını bacaya çarpıyor. Başı kanamaya başlıyor ama bayılmıyor. Kan bütün olanlara inat sakin sakin yerde küçük kızıl göletler oluşturmaya başlıyor. Kadını bu kez çatıda kaldırıyorum. Ayakta zar zor duruyor. Turuncu tuğlaların gökyüzüyle sonlandığı yere kadar yürüyorum ve kollarımı açıyorum. Kadın hala aynı yerde inliyor. Çocuğu arıyor gözlerim. En sonunda görüyorum. Yanında bir çingene var. Elinden tutmuş götürüyor çocuğu. Kadına doğru dönüp. Havayı itiyorum. Gözlerinde bile kan nehirleri oluşmuş. Bana yaklaşıp sarılıyor. Bir anada dengemizi yitiriyoruz ve yanık yağ kokularının arasından yere doğru süzülmeye başlıyoruz. Biz kaldırıma düştüğümüzde çekirdekçi o gürültüyle arkasına dönüyor. İşte o anda çekirdek tezgahı devriliyor. Kadının kanla kırmızı saçlarının arasından bir anda açılan kulaklarımda duyduğum son ses bu gürültü oluyor. Bizim ardımızdan yağmur başlıyor. En son görüntü kızıl gökyüzünde uçup duran martılar. Son koku yanık yağ kukusu. Son renk kırmızı. Son his ölüm.Çocuk şimdi ceza evindeymiş. O çingeneyi otuz yerinden şişleyip yirmi yıl yemiş. Orda iki de kitap yazmış. O kitaplardan da beşer yıl yemiş. Şu an kırık sazı çirkin sesiyle türkü söylüyor batı tarafı 7-A hücresinde. Şoför, bir süre sonra işten atılmış ve intihar etmiş. Şimdi o da burada. Aynı kattayız. Kadının adı Serpil’miş. Bana sarıldığında kırk iki yaşındaymış. O iki kat daha aşağıda yanıyor. Soya yağı fabrikası son depremde yıkılmış. Yerine daha yüksek bir bina yapmışlar. Bense yeni bir hikayeye başladım. Nedense hala mutlu sonlar yazmayı seviyorum.Mutlu Son

koş..

moana | 11 March 2006 18:01

‘Yardım et bana’ dedim arkadaşıma. Ben anlamıyorum zira. Haftalardan yüreğimin tüm yapraklarını fırtınada kalmış ıhlamur ağacı nidasında titreten bu adam dün gece yanımda tüm ‘çıplaklığı’ ile yatarken, bana tüm zaaflarını anlatırken, gözlerimin içine bakıp aslında onun bilmediğim, ve aslında aşık olduğum özelliklerinin tam zıttı gerçeklikleriyle beni yüzleştirirken içimde birşeyler koptu. Evet kopmak güzel bir fiil burda, beni ona sıkı sıkı tutan bağlar koptu aynı zamanda çünkü, onun acizliğinden iğrendim, benim çoktan aştığımı sandığım adımları daha atmamış olduğunu gördüm birden. Benden geride olduğunu farkettim. Güçsüzlüğüne şaşırırken koşar adımla uzaklaştım ondan. Tutamadım kendimi, durduramadım da.

Devir dayak devri olsa gerek…

gorgpix-hafif | 23 February 2005 22:39

Geçen gün arkadaşımla birlikte bir caddede alışveriş yapmamız için tavsiye edilen bir mağazayı aramaktaydık. Bir genç bayan ve yanında babası olduğu kanısına vardığım bir amca ile yürüyorlardı. Mağazayı aradık bulamadık ben de adres sormak gerektiğini düşünerek! bayana “pardon bakar mısın buralarda şu filanca mağaza varmış” dedim ancak bayan arkadaş duymadı sanırım. Fakat yanındaki izmandut gibi amca bayağı iyi duymuş olmalı ki yakamı tutması ile kafa atma çabasına girmesi bir oldu. Ben olayın şokunda kendimi nasıl topladım bilmiyorum geri çekilip “amca kendine gel” dedim. Amcanın yüz ifadesi birden değişti “he tama o zaman” dedi. Ancak geç kalınmış bir mevzuat olmuş olsaydı sanırım şu anda burnumu kullanamıyor olurdum. Bilmiyorum insanlarda artık bu kanı nasıl oluştuysa her şeye karşı şiddet ve düşünmeden hareket etme durumları söz konusu oldu. Allah koruda, ne diyeyim “bana geçmiş olsun”!.